Kesin Olmayanı Seçmek

17 Ağustos 2013 Cumartesi | yorum ( 2 )


      
Kesin Olmayanı Seçmek
         Bilimlerde sağlam ve sabit bir yapı kurma hedefiyle yola çıkan Descartes şüphe yöntemiyle "eski kanıların zeminini" sorunsallaştırmış ve bunların geçersizliğini ortaya koymuştur. Bu yıkıcı tavırla Descartes, bilimlerdeki sağlam temelin (felsefe ağacının kökü olan ve ilk ilke ve nedenleri araştıran metafiziğin, ilk felsefenin) ancak kendisinden artık şüphe edilemeyecek, açık ve seçik olarak kavranan bir Arkhimedes noktası olabileceğini düşünür ve bu Arkhimedes noktasını ise "şüphe ediyor oluşundan artık şüphe edemeyeceği " oluşu temelinde, şüphe ediminin öznesinde, "ben"de (Ego) bulur. Benin mevcudiyeti her türlü şüpheden bağımsızdır Descartes'a göre. Şüphe eden, yani düşünen şey (res cogitans) olarak "ben'im, ben varım; bu kesindir" (ego sum, ego existo; certum est). Böylece öznenin kendisine ilişkin bir kesinliği yakalamış olur Descartes. Bu kesinlik çizgisine ilk yanıt, kesinsizlik çizgisinden hareket eden Pascal'den gelmiştir. Böylece kesinliği temel alan modern özne fikrine karşı, varoluşsal kesinsizliği temele alan filozofların (Kierkegaard, Heidegger gibi filozofların) yolunu açan Pascal'dir denebilir.

İlk bakışta Pascal bir Ortaçağfilozofu gibi görünür. Onun üç düzeni birbirinden ayırması ve bu üç düzene göre çeşitli bilme yetileri ortaya koyması bir Bonaventura’nın, bir Gazali’nin mistisizminden farklı değildir. Bedenler düzeni (ordre des corps), tinler düzeni (ordre des esprits) ve sevgi düzeni (ordre de la charité) ve bunlara karşılık gelen duyular, akıl ve kalp ayrımı. Bunların aynısınıGazali’de de bulabiliriz. Tanrıyı bize sunanın akıl değil de kalp oluşu (s.134), kalbin aklın bilemeyeceği kendi nedenlerinin olduğunu söylemesi (s. 134), bütün bunlar ortaçağ mistisizminden hiç de farklı olmayan şeyler. Ayrıca Tanrı’nın hakikat, en yüksek iyi ve mutluluk kaynağı oluşu, insanın melek ile hayvan arasında oluşu, bir orta oluşu vs. de Augustinuscu geleneğe tamamen uygun.Ona göre insan ne melektir ne de hayvan, mutsuzluk meleği hayvan yapar. (S. 164) ve tanrısız insanın sefaleti (misere); tanrıyla ise insanın kutluluğu (félicité) (s. 21) sözkonusudur ki, bu düşünceler de yine Augustinuscu çizgide ele alınması gereken düşüncelerdir. Peki, Pascal’i bizim açımızdan önemli kılan nedir öyleyse? Bunun nedeni Pascal’in sonsuzluğu düşünürken her zaman işin içine hiçliği de katması,sonsuzluğu hiçlikle, insanı da sonsuzlukla bağlantılı olarak düşünmesi. İnsanın aradalığına vurgu yapması. Gerçi insanın tanrı ile hiçlik arasında olduğu düşüncesi tüm bir Kartezyen geleneğin ortak düşüncesidir. Ama Pascal'den farklı olarak hem Descartes, hem de Malebranche bunu "insanın hata yapmaya yatkın bir varlık" olduğu düşüncesini temellendirmek için ortaya koymuşlardır. İnsan arada olduğu için hata yapar ve bu onun zavallılığının nedenidir. Burada epistemolojik kesinlik çizgisinin içine aksiyolojik öğelerin sızdığını görüyoruz. Malebranche, Hakikatin Araştırılması'nda bu konuda şöyle diyor: "Yanılma insanların zavallı olmalarının nedenidir. Yeryüzünde kötülüğe yol açmış olan kötü ilke işte budur. Ruhumuzda bize acı duyuran kötülükleri doğuran ve koruyup barındıran da bu ilkedir. Sağlam ve hakiki mutluluğa ancak bundan kaçınarak ulaşabiliriz." (s.3). Ama Pascal bu epistemolojik çizginin bütünüyle ötesinde düşünmüştür insanın "aradalığı"nı. Pascal’in temel düşüncesinin “sonsuzluk içinde insan nedir?” (Qu’est-ce qu’un homme dans l’infini) ya da “doğa içinde insan nedir?” (qu’est-ce que l’homme dans la nature) sorularının oluşturduğu açıktır. Sonsuzluk ya da doğa içinde insan nedir? “Sonsuz olan bakımından bir hiç, hiçlik (néant) bakımından her şey, hiç ile her arasında bir orta (milieu)” (s.29). İnsan sonsuz olan ile hiç olanın iki uçurumu (abime) arasındadır. İnsanı belirleyen aradalığıdır.İşte insan bu mucizeler karşısında titrer. (s. 26). Bizim ruhumuz bedenin içine atılmıştır (jeter); orada sayıları, zamanı ve boyutları bulur. Yani sonluluğu. Öyleyse bütün sorun, bizim bu sonluluk içinde sonsuzluğu nasıl bulacağımız sorunudur. Daha sonra Kierkegaard’ın çok açık bir şekilde ifade ettiği gibi, bu sorun bir varoluş sorunudur. Çünkü varoluş, sonlunun sonsuz olanla kurduğu bağdır. Bu sonluluk içinde Pascal’e göre insanın durumu, uçarılık, can sıkıntısı ve tedirginlikle belirlenir (Condition de l’homme: inconstance, ennui, inquiétude). Doğamız bir hareket içinde ona göre, bütünüyle ölümde dinginliğe erişecek bir hareket (Notre nature est dans le mouvement; le repos entier est la mort). Heidegger’in diliyle konuşursak insan ölüm yönünde (Sein zum Tode) varlıktır. İnsanın doğa içindeki varlığını belirleyen şey, öyleyse onun sonluluğu, ölüm yönünde oluşu ve hiçliği yaşamasıdır. Gündelik yaşamın içinde unutmaya çalıştığımız, unutarak katlandığımız şey şudur aslında: insanın varlığının hiç oluşu ve onun aradaki varlığının ölümün "korkusu"yla belirlenmesi.

Ama insan "düşünen" varlık olarak sonsuzluğu arar; tutkuyla bu sonsuzluğu yakalamaya çalışır. Sonlu olan sonsuzlukla nasıl bağ kuracak? Burada işte kesinsizlik var. Pascal şöyle diyor: “Tanrı ya vardır ya da yoktur”. Peki biz neyi seçeceğiz? Pascal’e göre bir bahse (pari) girmeniz gerekir. “Sizin için kaybedilecek iki şey var: hakikat ve iyi. İki şey ortaya sürüyorsunuz: aklınız ve istenciniz, yani bilginiz ve mutluluğunuz. Tanrının varlığını seçmekle ne kaybedersiniz ve ne kazanırsınız? Kazanırsanız her şeyi kazanırsınız. Kaybederseniz hiçbir şey kaybetmezsiniz. Hayatın ve mutluluğun bir sonsuzluğu vardır. Nerede bir sonsuzluk varsa ve kazanmaya karşı sonsuz kayıp yoksa burada artık tereddüt etmeye gerek yoktur. Kazanç ise şüphelidir." (s. 114) Kesinsiz olanın bir seçimi. Öyleyse burada talih, rastlantı, risk öğeleri belirleyicidir. Karar verilemezlik durumunda bir karar vermek (décision), varoluşsal bir seçim yapmak (Kierkegaard'ın dediği anlamda "mutlak bir seçim yapma") ve sonrasında alınan bu karara sadık kalmak (fidelité) insanı sonsuzlukla buluşturacaktır. Bu risk durumundaki , karar verilemez ve kesin olmayan bir durumdaki karar alma ve seçimi teolojik bağlamın ötesinde düşündüğümüzde Pascal'i bir Derrida ile ya da bir Badiou ile rahatlıkla buluşturabiliriz. Bu da başka bir yazının konusunu oluşturacak ölçüde detaylı bir çalışmayı gerektirir.

Mezopotamya Mitolojisi ve Kürtler

15 Ağustos 2013 Perşembe | yorum

Mezopotamya Mitolojisi ve Kürtler
%90'a varan indirimler Markafoni'de. Gün bitmeden fırsatları yakalayın! “Herşeyden önce kelâm vardı” hakikati ve ardından ilk kelâm sahibinin harekete geçirdiği isimler-fikirler… Yaradılışa mahsus; her şey zıddıyla kaim… Âdem’e öğretilen isimler, bu bâbtan. Ve her fikir, zıddıyla hareket hâlinde… İlk seslendirilen fikir, kesinlikle doğru olan veya ilk bilinen fikir, tartışmasız mutlak hakikat olan… Aksi, İBDA’dan öğrendiğimiz veçhile, doğrudüşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı” için upuzun hareketsizlik demek. Düşünce faaliyeti hareket demek olduğuna göre, ilk hareket de ancak “ilk doğru” ile mümkün. Sonrası, kimi zaman onun zıddı ve tahrif edilmişi olarak, sayısız ve sonsuz. Basit deyişle; doğru bir tane, yanlışlar sayısız. O hâlde iki ana kol hâlinde bir akış sözkonusu. Bir pınardan pırıl pırıl ve tatlımı tatlı mutlak fikir damlaları çağlarken, diğer pınardan irin ve ateş damlaları sel gibi gelmekte.
Fikir, tecelli mekânı arar ve her hâlükârda görünmek ister. Mutlak Fikrin tahrifi veya taklidi neticesi ortaya çıkan ve bir zaman sonra, tersinden bağlı olduğu hakikatten ayrı olduğu hissi veren fikirler, kendi içlerinde sürekli başıboş bir arayış ve hareket içinde. Hâl böyle olunca, mit, efsâne, bâtıl din, münkir ifade ediş vs. her biri, “mutlak hakikat”ten sonra. Yâni “mitoloji” dinden sonra, “efsâne” dinden sonra, “çok tanrıcılık” tek ilahın varlığını bildikten sonra…
Bir misâl; çirkin, “güzel”den sonra. Güzel var ki ona nisbetle çirkin zemin bulmuş. Neye göre çirkin? GÜZEL’e göre! Demek ki “güzel nedir” biliyorsun.
Bu mânâ çerçevesinde, mitoloji; bir takım din büyüklerinin, hakiki fikir kahramanlarının ve tarihî role sahib kişi ve fikirlerin çatışmaları ve karşılaşmalarının hikâye edilerek anlatıla anlatıla, zamanla abartılıp aslından saptırılarak “mitos” denilen efsânelere dönüşmesinden ibaret bir bakıma. Buna elbette sembol, süs veya his plânında “kadın-erkek” aşk hikâyeleri ve sayısız yanlış sahibinin birbirlerine karşı gösterdiği kahramanlık gösterileri de dahil olsa gerek.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Esatir ve Mitoloji adlı eserinde (s. 497) deyişiyle:

- «Ne yönden nitelersen nitele
-         “öğreten çevre olmasa - öğrenemezdik!”
çevre - ister şu bildiğimiz gündeki
ister ilk insana gerekli kelime
başlangıç nakildir düşüncede
bunun böyle olduğu görülür
mitoloji serüveninde bile:
- “en soylu anlamıyla gerçek bir MİT
hiçbir zaman uydurulmamış
aktarıla gelmiş bir MİT’tir…»

İnsanoğlu, Mutlak Fikir istikametinde kendini bu işe adayan “seçilmişler” kadar; istikametini kaybetmiş fakat Mutlak Fikir’den kırıntıları, kendi tahrifatı ve keşfi sonucu elde ettiği fikirlerle harmanlayan idrâksizlerin yüzyıllara varan tekliflerine, davetlerine de muhatab olmuştur. Herbir nesnenin hakikati ilk çağlarda bedahet hâlinde açık ve netken, insan neslinin çoğalmasıyla ve yine insanoğlunun eşyaya ve tabiata hakimiyeti arttıkça, “inançlarını nesneleştirmiş” ve tek ilah inancından sapmış farklı topluluklar ortaya çıkmıştır. Onlar, kimi zaman bir Peygamberin başından geçenleri efsâneleştirip mitosa çevirmiş, kimi zaman büyük velîlerin, kimi zaman da hakiki kahramanların… Kimi zaman ise Nemrut gibi, firavunlar gibi zalimlerin, meşhur fahişelerin ve ulaşılmaz kıldıkları kralların hayatını mitoslaştırmışlar.
Ve dahi insanın, âlemin, yeryüzünün yaradılışı yahud varoluşu da büyük bir merak konusuydu. Yeryüzünde hayatını sürdüren sayısız insan toplulukları vardı ve bu problemi çözmek en büyük arzuları idi. İlk insandan itibaren fikrî çalışmalar, “bütün fikir”den hareketle mevcudtu. İlim tekti. Ne var ki, keşfedilenler ve detaylar üzerinde bilgiler arttıkça, ilim farklı dallar ve kollar hâlinde görünmeye başladı. Birçok insan yaradılışa ve âlemin varoluşuna dair başlangıçta sahih bilgilere sahibken, dinlerden öğrenilenler birkaç nesil sonra tahrif edilmeye, değiştirilip kendince tamamlanarak bir takım efsânelere dönüştürülmeye başlandı.
%90'a varan indirimler Markafoni'de. Gün bitmeden fırsatları yakalayın! Bilim dilinde ‘‘mitos’’ denen bu efsâneler, tanrıların, kâinatın, insanın yaradılışını anlatmakla kalmaz; günahları, ölüm ve ölümsüzlüğü, cinsî hayatın kurallarını, cennet ve cehenneme âit görüşleri, Âdem’in cennetten kovuluşunu, tanrıların olağanüstülüklerini, kutsallıklarını ve kahramanlıklarını da açıklar. Efsâneyi masaldan ayıran nitelik, onun bir inanış konusu olmasıdır. Mitolojide farklı bir hayat tarzı ve hasreti vardır ve her milletin kendi ruh yapısına uydurup dönüştürdüğü, sonrasında sahiblendiği efsâneler sözkonusudur. Bu hayat, sembolik anlatımlı, oldukça abartılı, sihirli, büyüleyici ve etkileyicidir.

MYTOS VE MYTOLOGİA
- «Eski Yunan dilinde söz kavramını vermek için bir değil, üç kelime vardır: Biri "mythos”, öbürü "epos”, üçüncüsü “logos”. Mythos söylenen veya duyulan sözdür, masal, hikâye, efsâne anlamına gelir. Ama mythos’a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanlarla süslerler. Bu yüzdendir ki Herodot gibi bir tarihçi mythos’a tarih değeri olmayan güvenilmez söylenti der, Platon gibi bir filozof da mythos’u gerçeklerle ilişkisiz, uydurma, boş ve gülünç bir masal diye tanımlar. Epos daha değişik bir anlam taşır: Belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür, epos insana tanrı armağanıdır, güzelim süslü sözleri bir araya getirerek büyüler dinleyicilerini bir şair. Bir de logos vardır. Onun sözcülüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya düşünürleri eski deyimiyle “physiologoi”, yâni tabiat bilginleri yapmıştır. Onlara göre logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir kanunî düzeni yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, kâinatın ve tabiatın da logos’u vardır.» (Mitoloji Sözlüğü)
Son 150 yıllık zaman diliminde, İslâm âleminin zihninin işgal edilmesi ve tarih şuurunun tahrif edilmesi neticesi, mitoloji deyince başta Yunan-Roma Mitolojisi gelmektedir. Oysa Doğu Mitolojisi diye adlandırılan Çin ve Hind Mitolojileri, Rus ve Fars Mitolojileri, hepsinden öte Mısır, Anadolu ve Mezopotamya Mitolojileri -bir kısmı Yunan’dan önce olmak üzere ve Yunan Mitolojisini etkilemek bakımından- öncedirler. Yunan Mitolojisi, Mısır, Anadolu ve Sami dünyalarının mitoslarıyla, kendi Hind-Avrupa mitosları arasında bir terkibe (senteze) ulaşmıştır. Kaldı ki Yunan mitolojisi dahi, “Akdeniz çevresi efsâneler topluluğu” diye adlandırılan zengin bir sofranın ürünüdür. Azra Erhat da Mitoloji Sözlüğü adlı eserinde buna şöyle temas eder: “Bunu Yunanistan ve Roma’ya mâl etmemiz, bu efsânelerin Yunanistan ve Roma uyruklu yazarların kalemiyle Yunanca ve Latince olarak yazılmış olmasından ileri gelir. Oysa bu efsânelerin çıkış yeri ne Yunanistan’dır ne de İtalya; Anadolu’dur, Girit’tir, Mezopotamya’dır, Fenike, Mısır’dır yahud bütün bu yerlerdeki sözlü geleneklerin karışımından ortaya çıkmış bir bütündür.”

İSLÂM VE MİTOLOJİ
Mitoloji, her “semavî” dini tehdit eden, insan zihnini ve hayâl gücünü iflas ettiren, bünyesi hastalıklı insanların inanç kaynağı hükmünde zaman zaman işi rezalete kadar götüren efsâneler zinciri. Yunan Mitolojisi çerçevesinde, çoluklu-çocuklu, yiyen-içen, her türlü fuhşiyât ve zevke gırtlağına kadar batmış, kimi homoseksüel, kimi lezbiyen, kimi ensest olmak üzere tanrılarla dolu, paganizmin zirve noktasında bir dini andırır şekilde antropomorfik (beşer özellikli) ve antropopatik (beşer ihtiraslı) bir inanç inşâ etmişlerdir. Elbette bu rezalete, mücerred fikir mimarlarından Platon benzeri filozoflar isyan eder gibi itiraz etmişlerdir. Platon, mitolojiyi iyice azdıran tragedya yazarlarını bu rezâletten bir numaralı sorumlu tutmuş ve sonunda daha da ileri giderek san’atın her türlüsünü tehlikeli ve zararlı addetmiştir.
Mitoloji Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin içine sızmış ve onları çürütmüştür; İslâm’a da sızmaya kalkışmış ancak İslâm dünyasının yetiştirdiği Ehli Sünnet ve’l Cemaat âlimleri ve bin yılın yenileyicisi hükmünde İmam-ı Rabbanî Hazretleri, hattâ İmam-ı Gazalî gibi tecrid noktasının sınırlarında gezen âlimler sayesinde ana kaynağa inememiş, avâm tabakasında kalmış, daha öteye gidememiştir.
Burada Mitoloji’yi, toplayıcı ve terkib edici şu ifadeyle bir hükme bağlayabiliriz. O diyor; “İyiveya kötü olarak nitelemeksizin veya nitelemeden önce, ruhun tezahürü ve delili hâlinde bütün insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir yumağı andıran MİTOLOJİ, bu görünüşü ile dişi bir ilim olan psikolojinin, adeta en genel ifâdesidir… Şeriat, zahiri akıl-ruhtur, tarikat ise bâtınî Şeriat; dolayısıyla İslâm’da YAPMA’yı gösteren RUHÎ oluş ve işler, hiçbir şekilde mitoloji verileri ile ayniyet içine girmezler. Mitoloji, DOĞRU YOL’un gösterilmesinde sadece toprak seviyeli bir vesile rolü oynar; yer yer BERZAH’ın bu âleme âit görünüşünde bile ki, TEVHİD’e zıddından işaret ederek.”(Esatir ve Mitoloji, arka kapak)

MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ
Mezopotamya, Dicle demek, Fırat demek… İlklerin beşiği, âşıkların dergahı, kahramanların destanı demek. Büyük Med imparatorluğunun muhteşem kenti, Dehhak’ın, Cemşid’in, Feridun’un iktidar mücadelelerine şâhid olmuş Ninowa diyarı... Gılgameş’in, Rustemé Zal’ın, Selahaddin Eyyubî’nin, Camî’nin, Melayé Cizirî’nin, Xanî’nin, Şirazî ve Fırdevsî’nin kutsal vatanı…
Suyun çelikle buluştuğu, ateşin demiri erittiği rengârenk coğrafyası, sapsarı güneşi, kıpkırmızı toprağı ve Babil’den kalma asma bahçeleri, Ester ve Serpanita’nın dillere destan endamların düştüğü yer ve bağrından nice serdarlar, hanlar, evliyalar ve sultanlar doğmuş, şairlerin, bilginlerin diyarı…
Tahrif edilmiş Tevrat’ta, hayatın Hazreti Âdem ve Hazreti Havva ile beraber Dicle–Fırat arasında başladığına dair ifadeler -doğru veya yanlış- olağanüstü bir keyfiyet katmaktadır Mezopotamya’ya. Diğer yandan Nûh Tufanı’nın bu topraklarda başladığı ve Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) dünyayı bu coğrafyadan başlayarak yeniden kurduğu anlatıla gelmektedir. Yine Hazreti İbrahim, Hazreti Eyyûb burada yaşamış, Arab Yarımadası´ndan sonra İslâm´a giren ilk coğrafya burası olmuştur.
Yunanlılar’ın "Mezopotamya", Arablar’ın "el-Cezîre", İslâm tarihçi ve coğrafyacılarının "Beyne’n-Nehreyn", Kürt şâir ve edebiyatçılarının "Gülistan", Şerefhan’ın "cînlerin yurdu", Tevrat’ın "yeryüzünde hayatın başladığı yer" dediği bu coğrafya, bu iki nehir arası, medeniyetin ve kültürün beşiğidir. İlklerin vukû bulduğu nâdide bir yerdir.
Etimolojik olarak Yunanca kaynaklı bir isim olan Mezopotamya; ilk mabed, ilk yazı, ilk aritmetik, tıb, ticaret, dış ilişkiler, diplomasi, barış antlaşması, ilk türkü, ilk heykel, ilk mutfak, ilk tiyatro, ilk astroloji gibi hep ilklere sahne olmuş bir bölgedir. Mezopotamya, Yunanca "iki nehir arasındaki ülke" anlamına gelmektedir. Arablar buna benzer bir ifade kullanır ve buraya "el-Cezîre" derler. Bu kelimenin anlamı "yarımada" olup, iki nehir (Dicle–Fırat) ile çevrelenmiş olan coğrafya bir "ada" görüntüsü aldığı için böyle adlandırılmıştır. Arablar, Yukarı Mezopotamya’ya "Cezîre’tul-Kûrdî" (Kürt Cezîresi), Aşağı Mezopotamya’ya ise "Cezîre’tul-Arabî" (Arab Cezîresi) derler.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji adlı eserinde (s. 589-590) Mezopotamya ismiyle ilgili şu tesbitlerde bulunur:

- «Mezopotamya’nın kadın olarak
kişileştirilmiş şekli
Mesopotamia - bir Aphrodite rahibinin kızı
ve Euphrates ile Tigris’in
yâni FIRAT ve DİCLE’nin
kızkardeşi olduğu
doğduğunda güzellik İlâhesi Aphrodite
ona olağanüstü bir güzellik bahşetti
üç delikanlı MESOPOTAMİA ile
evlenmek istedi - bunun üzerine
dürüstlüğüyle maruf Bakharos’un hakemliği
Mesopotamia - delikanlılardan birincisine bir kupa
ikincisine başındaki tacı
üçüncüsüne gelince - öpücük
Bakharos anladı ki onun gönlü
üçüncüsünde - onun lehine karar
ama delikanlılar buna razı değil
bunun üzerine vuruştular
oldular üç ölü
ve MESOPOTAMİA bâkire kaldı!»

Mezopotamya mitolojisi, Sümer temelli olmakla beraber, Mezopotamya’nın aldığı sürekli ve yoğun göç ile birçok farklı kavmin inanç ve kültüründen etkilenmiştir. Kendinden sonra gelen birçok millet ve büyük toplulukları da terkibî anlamda zenginleştirdiği bu muhteşem sofrada beslemiştir. Mezopotamya ve İran’da kurulan Türk, Arab, Acem, Kürt, Ermeni ve Asuri gibi devletlerin-milletlerin izlerini taşıyan karmaşık bir kültürel yapılanma, zengin bir hayâl iklimi meydana getirmiştir. Bu milletlerden bir çoğu -kimi yerli halk olarak kimi sonradan göçerek- Mezopotamya’nın geneline mahsus bu birikimi kendine mahsus bilmiş, sahiblenmiş ve kendi diline taşıyarak kültür mirası olarak yüceltmiş, kıymet vermiştir. Yaradılış, tufan hadisesi, çok tanrıcılık, ateş, güneş ay vb varlıkların kudsiyeti neredeyse bütün mitolojilerde benzer anlatımlara sahibtir. Bunları yeri geldiğince izah edeceğiz.
Mezopotamya, göç yollarının üzerinde olması, topraklarının verimli olması, ikliminin elverişli olması, ırmaklarından sulamada yararlanılması gibi sebeblerle, tarihî dönemlerin başından itibaren birçok medeniyetlere sahne olmuştur. Birçok kavme ev sahibliği yapmasına rağmen, göç eden toplulukların çoğu var olan Mezopotamya kültürünü benimsemiş, ayrı bir kültür veya dil olarak barınamamıştır. Bu sebeble bölgede yaşayan milletlerin, kavimlerin mitolojik kültürleri neredeyse birbirinin aynı denecek derecede anlatımlara sahibtir. Hattâ aynı efsâne, isimler bile değişmeden farklı bir kavimden duyulabilmektedir. Bölge taş bakımından fakir olduğundan, günümüze az sayıda eser bırakmıştır. Ama yazı geliştiği için, edebî eserler de gelişmiştir. Mezopotamya mitolojisi, Mezopotamya’daki başlıca antik din ve mitolojileri olan Sümer, Akad, Asur, Babil, Aramiler (Süryaniler) ve kısmen İran ve Kürdistan inançlarının bütününe verilen isimdir.

SÜMERLER
Sümer şehri, Mezopotamya’nın güney ucunda, Dicle ve Fırat nehirleri arasında, sonradan Babil olmuş, günümüzde de Irak’ın Bağdat şehrinden Basra Körfezi’ne kadar olan bölgede idi. Sümer şehri, Sümerlilerden önce yaşamış ve Sümerce konuşmayan ve Sami olmayan bir kavim tarafından, günümüzdeki deyişiyle Proto-Fıratlılar yahud Ubaidliler tarafından kurulmuştur. Ubaidlilerin bölgeye yerleşmesinden sonra çeşitli Sami kavimleri de aynı bölgeye yerleşmiş, kültürlerini Ubaidlilerinki ile karıştırarak Sümerliler öncesi yüksek bir medeniyet meydana getirmişlerdir.
Salih Mirzabeyoğlu’nun ufkumuzu aydınlatan Esatir ve Mitoloji adlı eserinden (s. 582) takible:

- «SÜMER - orijinal ismi SİNEAR
mânâsı- ŞİMDİKİ demek
Sinear - SİN ve EAR
Sin - Hurrice’de İKİ demek
Ea - Kürtçe AV - yâni SU
Er – Kürtçe’de YER - Türkçe’de KİŞİ
Sinear - İKİ SU YERİ»

Dünyanın bilinen ilk medeniyetlerinden olan Sümerler, M.Ö. 4. binde Mezopotamya’ya gelmiş ve M.Ö. 3. binde ilk şehir devletlerini (siteleri) kurmuşlardır. Sitelerin başında Patesi adı verilen ve aynı zamanda rahib olan krallar bulunurdu. Bilinen en önemli siteleri Ur, Uruk, Lagaş, Eridu, Umma ve Kaş idi. Başkenti Ur olan Sümerlilerin hâkimiyetine M.Ö. 2200 yıllarında Elamlılar tarafından son verildi. İlk defa yazıyı (çivi yazısını) kullanarak tarihî çağları başlatan Sümerler, Kralları Urukagina tarafından da ilk yazılı kanunları yapmışlardır. Dört işlemi kullanmışlar, sayıları bulmuşlar ve çemberi 360 dereceye bölmüşlerdir. Çarpma ve bölme cetvellerini hazırlamışlar, aritmetik ve geometrinin temelini atmışlardır. Bilinen anlamda ilk kez ay ve güneş tutulmalarını hesablamışlar, ay takvimini kullanmış, burçları bulmuş, gece ve gündüzü 12’şer saatlik iki kısma ayırmış ve yılı da 12 aya bölmüşlerdir. İlk tarihî âbide olan Akbabalar dikilitaşı bu dönemden kalmıştır.
Batı medeniyetleri topluluğu, asıl kaynağını, M.Ö 5. yahud 4. binin Mezopotamya’sının verimli topraklarında, ilk medeniyet merkezini kurup kendilerine yurt yapmış olan Sümerlilerin ülkesinde bulmuştur. Konar-göçerlikten, yerleşerek tarımla, zanaatla uğraşan, üreten, ticaret yapan bu insanların toplum yapısı karmaşıklaşırken, bölgede bu filizlenen tutum yepyeni bir dönem olarak tarihe damgasını basmıştır. Sümerlilere mahsus mitoloji, kendilerinden sonra Mezopotamya üzerinde bulunmuş bütün medeniyetlere, milletlere doğrudan tesir etmiştir. Buna Kürtler de, Arablar da, İranlılar da dahildir. Kürt Mitolojisi, Arab Mitolojisi, İran Mitolojisi dediğimizde, Mezopotamya’nın ortak hafızasından herkesin bir parçaya talib olup sahiblendiğini, kendi diline ve hakikatine dönüştürdüğünü görmekteyiz. Buna medeniyetlerin birbiriyle kültür alışverişi–etkileşimi dışında bir anlam yüklenemez ve yine bu durum milletlerin mitolojilerini inkâr değil, medeniyetlerin “birlik” düzeninde aslında İBDA’nın “peygamberler olmasa medeniyet olmazdı” tezindeki hakikate çekilmesidir.
Sümerlilerin en önemli edebî başarısı Gılgamış Destanı, benzerleri gibi ilkin sözlü gelenek hâlinde iken, M.Ö. 3. binde yazının bulunmasıyla da tarihin en eski yazılı edebiyat başarısı olduğunun izlerini, bize ilk kez Asurbanipal’ın kütübhanesinin öreninden 1875’te çıkarılan levhalarla göstermiştir.
İlkçağ Akdeniz medeniyetlerini derinden, Eskiçağ Ege medeniyetini de dolaylı olarak etkilemiş olan sözkonusu destan, Sümer şehir devletlerinden Uruk hükümdarı Gılgamış’ın halkının yararına devlere (kötülüklere) ve ölümlülüğe verdiği çetin mücadelenin hikâyesidir. Onun en belirgin farkı, kâinatın ve insanlığın doğuşu gibi son derece mücerred ve genel konulardan çok, sonluluk yahud ölüm olayıyla karşı karşıya kalan insan ferdinin güçsüzlüğü ile açmazını; bunun insanda doğurduğu birçok çeşitten duygu durumlarını çarpıcı biçimde işlemesidir. Hakkında söylenenler çoğu bu çerçevededir. Biraz daha yakından bakalım.

GILGAMIŞ DESTANI
Gılgamış (Gilgameş), Mezopotamya`da yaşayıp hüküm sürdüğüne inanılan efsânevî Uruk kralının adı olup, Eski Çağ Mezopotamya edebiyatının en iyi bilinen eserlerinden Gılgamış Destanı`nın baş kahramanıdır. Destanın daha eski olan Sümerce metinlerinde adı Bilgameš olarak geçer. Üçüncü Ur Hanedanı (yaklaşık M.Ö. 2100-2000) zamanına âit Sümerce metinlerde Gılgamış birbirinden ayrı birkaç hikâyenin kahramanı olarak görülürken, Eski Babil dönemi (yaklaşık M.Ö. 1900-1600) ve sonrasında bu metinler bir araya getirilerek günümüzde daha yaygın olarak bilinen Gılgamış Destanı oluşturulmuştur. Bu destanda Gılgamış’ın anne ve babası tanrıça Ninsun ve bir diğer efsânevî Uruk kralı Lugalbanda’dır. Dolayısıyla Gılgamış yarı tanrıdır ve insanüstü bir güce sahibtir. Güçlü Gılgamış Uruk kenti erkeklerinin de kendisi gibi soluksuz çalışmasını isteyince, kentin kadınları, erkekleri kendilerine vakit ayırabilsin diye tanrıça Aruru`ya ve diğer tanrılara yakarır ve onlar da Gılgamış’a rakib olacak ve onu oyalayacak vahşi ve güçlü Enkidu`yu yaratırlar. Gılgamış Enkidu ile arkadaş olur ve birlikte maceralara atılır, ancak Enkidu bir gün ölür. Enkidu`nun ölümü Gılgamış`ı tam anlamıyla yıkmıştır ve kendinin de yarı insan olması sebebiyle bir gün öleceğini düşünerek ölümsüzlüğü aramaya koyulur. Onu asıl meşhur eden de bu ölümsüzlük arayışıdır ki, denizin dibinden ölümsüzlük otunu çıkarmasının ardından gelen türlü maceralardan sonra destanın sonunda, gerçek ölümsüzlüğün, adının gelecek kuşaklar tarafından anılması olduğunu anlayacaktır.
Me-Turan’da (Tell Haddad höyüğü) bulunan Sümerce bir tablet Gılgamış’ın ölümünü anlatır. Tanrılar tarafından ölümsüzlük isteği reddedilen Gılgamış öldüğünde, Uruk halkı geçici olarak Fırat nehrinin yatağını değiştirip, ölen krallarını nehir yatağına inşâ edilen bir mezara gömerler.
Gılgamış’ın tarihî bir karakter olup olmadığı hâlen tartışma konusudur. Gılgamış ismi Sümer Kral Listesi’nde tufan sonrası dönemde Uruk şehrinin beşinci kralı olarak görülür ve 126 yıl hüküm sürdüğü yazılıdır. Ayrıca Gılgamış öncesindeki kralların hüküm süreleri de binlerce yıl gibi fantastik rakamlardır. Uzmanlar arasındaki genel kanaat, Sümer Kral Listesi’nin Üçüncü Ur Hanedanı zamanında (yaklaşık M.Ö. 2100-2000) yazıldığıdır ve henüz bundan önceki dönemlere âit dokümanlarda Gılgamış ismine rastlanmamıştır.

SÜMER TANRILARI
Anu, büyük gökyüzü tanrısıdır. Enlil (Bel), fırtına tanrısıdır; insanlara iyilik ve kötülükleri gönderir. Adad, fırtına ve yağmur; Ea, tatlı su; Ab-zu (Apsu), bilgi ve kehanet tanrısıdır. Abu’yla Dumuzi (Temmuz), bitki bereketi tanrıları; İştar (İnanna), Merih yıldızı, savaş, sevgisi her zaman felakete sebeb olan aşk ve bereket tanrıçası; Ninurta (Ningirsu), Orion yıldızı, ilkin bereket, sonra elinde topuz olan savaş ve av tanrısıdır. Sümer tanrıları, insan biçiminde olup başlarına çok sıra boynuzlu kutsal taçlar ve üstlerine hayvan postuna benzer püsküllü elbiseler giyerler. En eski Sümer efsâneleri kâinatın yaradılışı, yaşlı tanrılarla gençlerin savaşı; tabiatın her ilkbaharda canlanıp, kış mevsiminde uykuya dalmasını sembolize eden "Temmuz’un ölümü" ve onu geri getirmek isteyen İştar’ın Cehennem’de hapsedilmesi ve sonra birlikte dünyaya dönüşleri mitoslarından oluşur.
ENLİL; Sümer Panteonu’nun başı, yâni tüm Sümer tanrılarının babası ve kralı, hava tanrısı Enlil (Ellil)’dir. Enlil kelimesi, bahsi geçen tabletlerin yazarı Ludingirra’ya göre, soluk, hava, nefes, “Havanın Beyi” gibi anlamlara geliyor. Sümerler yeri ve göğü onun yarattığına inanırlardı.
AN ve Kİ... Sümerlerin inancına göre, çok eskiden (daha yer ve gök yok iken) her yer dipsiz, uçsuz bucaksız bir denizdi. Sümerler’de bu deniz, tanrıça Nammu’nun şahsında kişileştirilir. Bir gün bu deniz, yâni kişi kimliğiyle tanrıça Nammu, koskoca bir dağ doğurur.
Bunu gören “Yüce Enlil”, hemen o dağı ikiye ayırır. Böylece ikiye bölünen bu dağın altı yeryüzü, üstü de gök olur. Yeryüzüne yer anlamına gelen Ki, göğe de gök anlamına gelen An adı verilir. Sümer mitolojisindeki tanrıça Ki ve tanrı An, Yer ve Gök’ün (Cennet) kişileştirilmiş sembolleridir. Göğü tanrı AN alır, yeryüzü ise tanrıça ile Enlil’in payına düşer. Ki, yeryüzünün toprağı taşı; Enlil ise, havası, soluğu ve nefesidir diyen Ludingirra, bu yüzden hayatın Enlil’siz var olamayacağına işaret eder.
Her kentin bir tanrı tarafından kurulduğuna ve onun koruması altında olduğuna inanılan Sümer’de, Enlil, Nippur kentiyle ilişkilendirilir. Bu kentin kurucusu ve tanrısı odur. Onun evi de (tanrıların evlerine tapınak denir) bu kentteki Ekur Tapınağı’dır.
Enlil, bu tapınakta yaşar. Sümer Tanrılar Meclisi kendi toplantılarını bu tapınakta ve Enlil’in başkanlığında yapar. Tanrıların toplandığı ve kararların alındığı yer burasıdır. Yerin ve göğün yaratıcısı olarak görülen Enlil, diğer tanrılara burada emirler ve görevler verir, Sümer’i buradan denetler. Uzak yakın pek çok ülkeden hediye adı altında toplanan haraç bu tapınağa getirilir. Enlil, Bel (Lord, Efendi) unvanı taşırdı. Bir yoruma göre ünlü Tufan’ı bir ceza olarak kararlaştıran Enlil’dir.
SİN; Ay tanrısıdır. Güneş tanrısı ŞAMAŞ ve Merih yıldızı İŞTAR onun çocuklarıydı. Zira ışığın geceden çıktığı kabul edilirdi. Sin, Ur şehrinde Nannar adını alır ve uzun lacivert taşından sakallı bir ihtiyar olarak temsil edilirdi. Her akşam sandalına biner ve ay şeklinde insanlara görünürdü. Tam yuvarlak göründüğünde ona tanrının tacı denilirdi.
Sin, karanlıkta ışık verdiği için kötülük yapmak isteyenlere de engel olurdu. Fena ruhlar bundan dolayı kendisine isyan hazırlamışlardı. Aynı zamanda, zamanın bölücüsü olduğundan, hem de zeki olduğundan, her ay sonu diğer tanrılar ondan öğüt alırlardı. Karısının adı NİNGAL olup, Şamaş ve İştar’dan başka, ateş tanrısı NUSKU diğer oğluydu.
İŞTAR; Sabah ve akşam tanrıçasıdır. Merih yıldızının temsilidir. Asur ve Babilliler tanrıça olarak kabul ettikleri hâlde, Arablar Tanrı Attar olarak kabul ederlerdi. Savaş ve Aşk tanrıçası olarak bilinir. İştar, yedi aslan tarafından çekilen bir arabada elinde yay’la temsil edilirdi. Huyu sert ve otoriter olduğundan isteğine karşı gelinmesine tahammülü yoktur. Kutsal fahişelik İştar’ın kültüne âit olduğundan, yere indiğinde etrafını kutsal fahişeler çevirirdi. Kendisi de tanrıların fahişesiydi ve uyandırdığı arzuları ilk defa kendisi hissederdi. Çok âşığı vardır. kendisine her cins yaratıktan sevgili seçer ve hepsine de felaket getirirdi. Sevdiği hayvanlar zayıflayıp insanların esaretine düşer, erkekler ise kıskançlık ve ihtirasla vahşi hayvanlara dönerdi. İştar’ın aşkı tanrılara bile uğursuzluk getirirdi. Gençliğinde sevdiği Tarım tanrısı Temmuz’un ölümüne sebeb olmuş ve çok ağlamıştır. Onu geri getirmek için cehenneme iner ve kapıları açtırıp yedi bölümü her seferinde bir örtüsünü bırakarak geçer. Nihayet Ereşkigal’in yanına varıp üstüne saldırırsa da, o yardımcısı Namtaru’yu çağırarak İştar’ı saraya kapattırır ve üstüne 60 hastalığı saldırtır. İştar’ın kaybolması dünyada büyük üzüntülere sebeb olur. Yaşayanlar kısırlaştığından, hiçbiri artık çoğalmaz. Şamaş ve Sin’in şikâyeti üzerine Ea, İştar’ı kurtarmak için Aşuşunamir’i yaratır. Ereşkigal bu acayib mahlukun sihrine dayanamaz. İştar, Namtaru ile birlikte cehennemden elbiselerini alarak çıkar, dönüşü kolaylaştırmak için bayram elbiselerini giymiş Temmuz da flüt çalarak gelir.
Daima hain olmayan İştar sayesinde, birçok kral tahta çıkmıştır. Akad kralı Sargon ve Asurbanipal’i korumuştur. Aşkın kudreti ile dünyanın hâkimesi olan İştar, Asur ve Babil’in en gözde tanrıçasıydı. Sonradan Astarte adıyla Fenike’de, Afrodit adıyla da Yunanistan’da saygı görmüştür.
ADAPA; Mezopotamya mitolojisinde, yaratılmış ilk insan. Adapa, antik bir Sümer kralıdır. Sümer’in krallar listesinde, kavmin ilk lideri olarak adı geçer. Farklı biçimlerinde Oanes ve Alulim olarak da anıldığı olmuştur. Akadca’da ismi “adam”, “erkek insan” anlamına gelir, Âdem ile ilişkilendirilebilir.
Antik Eidug (Eridu) şehrinin kralıydı. Enki (Ea) tarafından yaratıldığına inanılırdı, bir bakıma Enki’nin oğlu olarak düşünülmüştür. Yarı fâniydi ama ölümsüzlerin kuvvetine sahibti. Kâinatın tüm bilgisinin üçte birine sahib olduğuna, bu bilginin ona Enki tarafından öğretildiğine inanılırdı. İnsanlığa dili öğretenin de Adapa olduğuna inanılır.
Mite göre Adapa, ilahî soydan gelen bir fânidir. Balıkçı teknesini devirdiği gerekçesiyle Güney Rüzgârı’nın kanatlarını kırınca, Anum’un (Cennetin ve tanrıların tanrısı; An’ın diğer ismi) önünde hesaba çekilmesi gerekir. Enki (Ea) -onun hami tanrısı-, cennetteyken yiyip içmemesi gerektiği konusunda onu uyarır. Bu aslında bir aldatmadır, böylece Adapa’nın ölümsüz olma şansını elinden almıştır. Ea, oğluna bilgelik vermiş, ama ölümsüz hayatı vermemiştir. Evet, Adapa’nın önüne böylece ölümsüzlüğü elde etme şansı çıkar, ancak Adapa reddeder. Tanrı Anum’un huzuruna çağrılır. Ea, orada ölüm için yiyecek ve içecek verileceğini, onlardan tatmamasını haber vermiştir zaten önceden. Hüküm verileceği gün, öteki tanrılar Adapa’yı tutarlar ve yumuşayan Anum, ölümsüzlük yiyecek ve içeceğini getirtir. Adapa bunları da almak istemez. Anum, şaşırıp sebebini sorar. Adapa şöyle cevablar: "Bir başkası yemeyeceksin, içmeyeceksin, dedi". Anum, buna bakıp Adapa’nın yeryüzüne atılmasını emreder.
AB-ZU; Yeraltı tanrısı. Apsu (veya Absu) da denir. İlk insanlar, hayatın helezonik gelişimini mevsimlerde izlemişler, doğum-ölüm devrini yeraltı sularına bağlamışlardır. Yeraltı suları, ilkbaharda bütün tabiata canlılık verirler, yazın göklere doğru yükselirler, sonbaharda yağmurlarla yeniden insanın yaşadığı toprağa düşerler, kışın da toprağın altındaki yerlerine dönerler. Bu devir her yıl böylece tekrarlanır. Su, mevsimi gelince, her yıl tabiatı yeniden canlandırır. Bu yüzden Ab-zu, canlandırıcı bir tanrıdır.
AN; Gök-tanrı. ANUM da denir. Savaş tanrısı İştar’ın kocasıdır. Yunanlıların Zeus’uyla eşdeğerlidir, tanrılar tanrısıdır. Sümer inançlarında Enlil (toprak) ve Enki (okyanus; Ea diye de anılır) birlikte büyük tanrılar üçlüsünü kurarlar.
ANŞAR; Gökyüzü tanrısı. Yeryüzü tanrısı tanrısı Kişar’la birlikte dişi yılan Lakamu’yla erkek yılan Lakmu’nun çocuklarıdır.
ARALLU; Cehennem ülkesi. Sümer inançlarına göre, cehennem ülkesini yöneten, önce tanrıça Ereşkigal’miş, sonra çok güçlü bir tanrı olan Nergal onunla evlenerek cehennem ülkesinin kralı olmuş.
ARURU; Sümer tanrıçası. Sümerlerin ünlü Gılgamış destanında adı geçen, A-Ru-Ru biçiminde de yazılıyor. Uruk kentinin genç kızları, nişanlılarını sabahtan akşama kadar çalıştıran kral Gılgamış’ı ona şikâyet ederler. O da Gılgamış’ı başka konularda oyalasın diye Enkidu’yu yaratır.
BOĞA; Bolluk ve güçlülük sembolü. Hayvana tapınmanın en önemli figürlerinden biri olan “boğa”ya Sümer inançlarında da rastlanmakla birlikte, boğanın kutsallığı inancının hemen bütün mitolojilerde yer aldığı görülür. Bütün mitolojilerde boğa, dölleme ve kuvvet olarak erkek gücünü sembolize eder. Sümerlerde boğa, erkek insan başlı olarak tasarımlanmıştır. Boğaya tapınma, hemen bütün Sami mitolojilerinde süregelerek Antikçağ Yunan ve Roma inançlarına kadar gelmiştir. Boğa, eski Yunan’da Zeus’un, Roma’da Jüpiter’in sembolüdür.
EA; Su-tanrı. Enki adıyla da anılır. Sümer-Akad inançlarında kâinatın ana unsuru, “su”dur. Daha açık bir deyişle Sümerler, kâinatı gök (An), toprak (Enlil) ve su (Enki) olmak üzere üçe ayırmakla beraber bunların temel ve tümünün yaratıcı unsuru olarak “su”ya tapmışlardır.
ENKİDU; Gılgamış’ın arkadaşı. Engidu biçiminde de yazılmaktadır. Kimi araştırmacılar onun bir insan olmadığını, belki de bir arslan olduğunu ileri sürmektedirler. Vücudu kıllarla kaplı, çok bilge bir varlıkmış. Bir başka anlatıma göre de, kralı olduğu kenti kalkındırmak isteyen Gılgamış, ülkesinin bütün erkeklerini işe koşarmış. Kadınlar kocalarını, genç kızlar nişanlılarını göremez olmuşlar. Bu yüzden kralı, tanrı Aruru’ya şikâyet etmişler. Kadınları haklı bulan tanrı da krala bir arkadaş yaratarak onu başka serüvenlere yöneltmek istemiş ve tanrı Anum’a benzeyen toprak vücutlu, çok iri ve vahşi Enkidu’yu yaratmış. Bu yaratık, Gılgamış’ın hayatında büyük çapta tesirli olanlardan biridir ve sonunda da onun uğrunda ölür.
EREŞKİGAL; Yeraltı ülkesi tanrıçası. Yeraltı ülkesi tanrısı Nergal’in karısıdır. Sümer inançlarına göre, cehennemi (Arallu) ilkin tek başına Ereşkigal yönetirmiş, tanrıların bir şölenine çağrılınca cehennemden ayrılmadığı için kendi yerine bir temsilci göndermiş, bütün tanrılar bu temsilciyi ayağa kalkıp selâmlamışlar, sadece tanrı Nergal yerinden kıpırdamamış, bunu duyan ve çok kızan Ereşkigal, tanrı Nergal’i yakalatıp cehenneme getirmiş, ama Nergal, cehennemin için altüst ederek Ereşkigal’i tahtından indirmiş, cehennemin kralı olmuş ve Ereşkigal’le evlenmiş.
KİNGU; Devler ve canavarlar ordusunun komutanı. Torunlarına kızan Tiamat, devlerden ve canavarlardan bir ordu kurarak tanrılara saldırır, bu ordunun başına getirdiği korkunç dev Kingu’ya kaderin iplerini verir. Tanrılar da kendilerini savunmak için tanrı Marduk’u başkomutan yaparlar. Marduk devleri yakalayıp cehenneme gönderir, kaderin iplerini de Kingu’dan alarak kendi boynuna takar. Marduk’un büyük ve âlemşümûl hükümranlığı böylece başlar.
KİŞAR; Yeryüzü tanrısı. Ünlü Sümer tanrıları Anum, Enlil ve Ea, onun gökyüzü-tanrısı Anşar’la birleşmesinden doğmuş yahud oluşmuştur. Kişar dişi, Anşar erkektir.
LAKMU; Erkek-yılan. Dişi-yılan Lakamu’yle birlikte dünyaya gelmiş. Sümerlerin yaratılış tasarımlarını anlatan Enuma Eliş (Gökyüzünde) adlı esere göre (bu eserin İ.Ö. VII. yüzyılda yazıldığı sanılıyor), bu iki yılan Apsu’yla Tiamat’ın birleşmesinden olmuşlar. Bu iki yılanın birleşmesinden de Anşar ile Kişar dünyaya gelmiş. Yeryüzüyle gökyüzü böylece oluşmuş.
MOUMMOU; Sonsuzluk tanrısı. Kimi metinlerde Apsu’yla Tiamat’ın oğlu, kimi metinlerde de Apsu’nun veziri olarak gösterilmektedir. Mummu biçiminde de yazılıyor.
NANA; Ana-tanrıça Kybele’nin adlarından biri. Nina ve İnnina da denir. Akad’lar kendi dillerinde onu aynı anlamda İştar kelimesiyle çevirmişlerdir. Ana ve Anna kelimeleri de bu kökten türeme. Mezopotamya mitolojisinde Nane adıyla tanrı Enzu’nun ve kimi yerde de tanrı An’ın kızı olarak gösterilir, aşk ve savaş tanrıçası sayılır. İ.Ö. VI. yüzyılda Babil’de Annumitu adıyla anılmıştır.
NİNGİRSU; Savaş tanrısı. Urningirsu da denir. Tanrı Enlil’in oğludur. Anum’un kızı olan tanrıça Bo’yla evlidir. Tanrıça Bo, tanrıça İştar’dan önce Lagaş bölgesinin toprak-ana’sıydı. Savaş tanrısının yirmi dört çeşit silahı varmış ki bunlardan herbiri bir devi sembolize edermiş. Ningirsu’nun annesi de Ninlil adını taşır ki Enlil’in karısıdır.
NİNHUR SAG; Kış bölgesi tanrıçası. İ.Ö. III. binyılda tapılmıştır. Ninlil ile kardeş çocuklarıdır.
AKREP İNSANLAR; Akrep insanlar ülkesi. Tufan hâdisesinin ilk biçimi, Sümerler’in Gılgamış hikâyesinde anlatılır. Tufandan kurtularak ölümsüzlüğe kavuşan Utnapiştim’in oturduğu yer, Akrep ülkesini aştıktan sonra varılan yerdir. Gılgamış, ölümsüzlüğe ulaşmanın çaresini öğrenmek üzere büyük dedesi Utnapiştim’e gitmek için bu ülkeden geçer.

BABİLLİLER VE ASURLULAR
Babil, Mezopotamya’da, adını aldığı Babil kenti etrafında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan eski bir imparatorluktur. Halkının büyük bir kısmı Sami kavminden olan Babil’in merkezi bugünkü Irak’ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil Devleti ise, Şırnak ilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur. Babillilerin baş tanrısı, Marduk adlı tanrı idi. Babil efsânelerinde Marduk ejderha Tiamat ile dövüşüp onu yener. Yeri, göğü ve insanoğlunu yarattığına inanılan Marduk’un yeryüzündeki temsilcisi kraldı. Marduk dışında toprak, su, gökyüzü, güneş ve ay tanrıları gibi tanrılara tapılırdı. Asurlular da büyük ölçüde Sümerler’in ve Babilliler’in dinleriyle tanrılarını paylaşıyorlardı. Ancak, en büyük tanrıları, adını imparatorluğun başkentine verdikleri Asur’du. Hem Babilliler hem de Asurlular’ın baş tanrıçası ise, Eski Yunanlılar’ın aşk tanrıçası Afrodit’e çok benzeyen İştar’dı.
Asurlular, Aslen Kuzey Irak’ta, Dicle kıyısında bulunan Aşur/Asur (Qalat Şarqat) şehri ve çevresinde yaşayan bir Sami toplulukken, özellikle M.Ö. 2000 sonrası doğu-batı arası global ticaretten faydalanarak gelişmiş ve topraklarını genişleterek ülkelerini bir imparatorluğa dönüştürmüş bir eskiçağ halkıdır. Başkentleri Ninova’dır. Mutlak monarşi ile yönetilmişlerdir.
İlkçağda, Ortadoğu’nun en büyük imparatorluklarından birinin merkezi olmuştur. M.Ö. ikinci binyılın başından itibaren özellikle Anadolu’da koloniler kurmuş, Anadolu’ya yazıyı taşımışlardır. Asur ülkesi, önceleri Babil’e, M.Ö. 2. binyılın büyük bölümü boyunca Mitannilere bağımlı kalsalar da, M.Ö. 14. yüzyılda bağımsızlıklarını kazanmış ve Fırat’a kadar topraklarını genişleterek buralara yerleşmişlerdir. Daha sonra Mezopotamya’da, Anadolu’nun güneydoğusunda, zaman zaman da Suriye’nin kuzeyinde büyük güç kazanmışlardır
Sümer yazısı, bilinen en eski yazıdır. Sümerler, kil tabletleri, üstüne yazı yazdıktan sonra pişirirlerdi. Arkeolojik kazılar sırasında, bazıları 5000 yıllık olan binlerce tablet bulunmuştur. İlk yazı karakterlerini resimler oluşturuyordu. Bu resimler yavaş yavaş, Babilliler’in ve Asurlular’ın kullandıkları çiviyazısına dönüştü. Bu yazı biçiminde, kavramları belirtmek için köşeli semboller kullanılırdı. Bulunan tabletlerin üzerindeki yazılar din, matematik, kanunlar, bilim ve başka konularla ilgilidir.

ASUR-BABİL TANRILARI
Asur ve Babil halkı, geliştirdikleri Sümer mitolojisine kendi tanrılarını da katmışlardır. Marduk, hasat bereketini sağlar; Babil’de tanrıların kralıdır. Asur, bereket ve savaş tanrısıyken, Asurluların kanatlı disk biçimindeki baş tanrısı olmuştur. Nergal, savaş tanrısı; Ereşkigal, Cehennem tanrıçası ve Nergal’in eşidir. Şamaş, güneş, adalet ve kehanet; Sin, ay tanrısıdır. Uzun sakallı olarak tasvir edilen bu tanrılardan başka Mezopotamya’da, kutsal karma yaratıklar da vardır. Bunlar koruyucu olarak Lamassu adını alır; kent, tapınak ve saray kapılarına, kutsal geçit yollarına dizilirler. Çoğu kez insan başlı, boynuzlu taçlı, kartal kanatlı, bazen de boğa gövdelidirler. Kötülük cinleri Utukkular hastalık ve felaket getirirler. Tufan hâdisesinden başka, güçlü insanın tabiatla savaşını ve ölümsüzlüğe ulaşmadaki kesin mağlubiyetini sembolize eden Etana Destanı ve Gılgamış Destanı’nın kahramanları, Mezopotamya mitolojisine cihanşümûl bir buud katar. Öne çıkan birkaç tanrıya bakalım şimdi de.
MARDUK; Akadça’daki Sümerce yazılışı AMAR.UTU, Tevrat’ta Merodach... Antik Mezopotamya’daki geç dönem tanrılarından birinin adı ve Babil şehrinin baş tanrısıdır; Hammurabi zamanında Babil, Fırat vadisinin politik merkezi olduğunda, Babil panteonunun başı olarak Marduk’a tapınılmaya başlanmıştır. Babil yaratılış destanı olan Enûma Eliş’te tanrıların en büyüğü ilân edilmiştir.
Bu açıdan bakınca Babil’de bile bir dönem tek tanrıcılık esastır ki, bu bile tahrifatın günümüze kadar döne döne nasıl geliştiğini göstermesi bakımından ibret vericidir. M.Ö. 4. binyıla kadar inen bu inanç sistemine göre, insanı balçıktan yaratan odur. Tarım tanrısı olmasından ötürü de marru’yla (bel küreği) sembolize edilmiştir. Krallıkların ve uyruklarının kaderi onun elindedir. Babil Kralı Hammurabi, meşhur kanunlarını kendisine dikte ettirenin Marduk olduğunu söyler; Marduk burada adalet tanrısı Şamaş kişiliğindedir.
ŞAMAŞ; Güneş tanrısıdır. M.Ö. 2. binde Babil kralı Hammurabi’ye meşhur kanunlarını yazdırmıştır. Bu kanunlar 282 maddeliktir. Bu efsânelerde Marduk’la karıştırılan bu tanrı, doğu dağlarında oturur, orayı koruyan akrep adamlar her sabah ağır kapıları açarak Şamaş’ı dışarı çıkartırlar. Gökyüzünden geçen güneş arabasını batı dağına yaklaştırıp oradaki bir kapıdan içeri girer ve toprağın derinliklerinde kaybolur.
Cesaret ve kuvvet, kışı ve geceyi kaçıran bu tanrının nitelikleriydi. Aydınlığa hükmetmesi onu bilhassa adalet tanrısı yapmıştır. Babil’deki tapınağı Dünya Hâkiminin Evi adını taşırdı. Aynı zamanda kehanet tanrısı olduğundan, “Baru: Kahin” vasıtasıyla istikbâli haber verirdi. Aya adında bir karısı ve mücerred tanrı olarak “Kettu: Adalet” ve “Meşaru: Hak” adlı çocukları vardı.
Tasvirlerde Şamaş, tahtında oturan ve omuzlarından güneş ışıkları çıkan bir erkek olarak gösterilir. Tacında dört çift boynuz bulunur, sağ eliyle de hâkimiyet ve adalet alametleri olan asa ve halkayı tutar. Şamaş’a bilhassa Sippur şehrinde tapılmıştır.
Babil’deki en önemli Marduk tapınakları, Esagila ve tepesinde bir Marduk tapınağı bulunan Etemenanki adlı ziggurattı. Esagila’da her yeni yıl şenliğinde Enuma Eliş şiiri okunurdu. Marduk’un karısı olarak en sık anılan tanrıça Zarpanit veya Zarbanit’ti (Zarpan Kentinin Kadını). Marduk’un yıldızı Jüpiter, kutsal hayvanları ise at, köpek ve özellikle çatal dilli canavardı.
Marduk, en eski âbidelerde, elinde üçgen bir kürek çapayla tasvir edilir; bunun bereketi ve birlikteliği sembolize ettiği düşünülür. Yürürken yahud savaş arabasına binmiş durumda da tasvir edilen Marduk’un giysisi yıldızlarla süslüdür. Elinde bir asa vardır; ayrıca yay, mızrak, ağ veya yıldırım taşır. Asur ve Pers kralları da kitâbelerde Marduk ve Zarpanit’i saygıyla anmışlar, ikisinin birçok tapınağını yeniden yaptırmışlardır. Marduk’la ilgili olarak aşağıda başka bir yönden anlatılanlar ise hakikaten ilginç. Bu kez Nimrod (Nemrut) da var işin içinde:
- «Marduk özel bir ad olmayıp, Nimrod`la aynı anlama gelen bir sıfattır. Hem Nimrod, hem de Nimrod`un tanrılaştırılmış şekli olan Marduk, muhtevâsında isyan etme anlamını taşıyan birer sıfattırlar. Nimrod, zamanının ilk isyancısı olma özelliğiyle Şeytan`ı sembolize eder. Nimrod ve Marduk kelimelerinin Maradh kelimesinden türemiş kelimeler olduğu düşünülür. Bu kelimelerin muhtevâsında isyan etme ve muhalif olma anlamı Şeytan kelimesinde de bulunduğundan, Marduk ilk başta Şeytan`ı sembolize etmektedir. Bu sebeble satanizmde Marduk özel bir yere sahibtir.
Tanrılar zamanla nitelikleri bakımından az çok değişiklikler gösterdiğinden, bu tanrılar farklı adlarla devam ettiğinde bunların farklı tanrılar olduğu zannedilebilir. Marduk kendisini Baal ve Tammuz adlarıyla devam ettirmiştir. Baal ile Tammuz arasındaki önemli bir fark, Baal`ın sembolünün Hilal, Tammuz`un sembolünün ise Güneş olmasıdır. Baal, uğruna küçük çocukların kurban edildiği bir tanrıdır. Fırtına ve yağmur tanrısı olan Baal verimlilik tanrısı olarak görülerek, ortadoğu bölgesinde yaygın bir biçimde tapınılan bir tanrı olmuştur. Aslında Babil`de tapınılan üçlü tanrılardan Sin, İştar ve Şamaş tek bir tanrıda, Marduk`ta birleşerek üçlük inancını oluştururlar. Buna göre Marduk bütün ışık veren gök cisimleriyle sembolize edilmiş olur. Marduk adının Babil kentini kuran Nimrod`dan geldiği düşünülür. Merodak-Baladan adı Babil`in bir kralının adı olup, bundan görüldüğü gibi Baal adı aynı zamanda Merodak`da adlandırılan Marduk`tur. Bu şekilde Baal ilk olarak Babil`in baş tanrısı olan Marduk olarak ortaya çıkmıştır. Babil kralları aynı zamanda kendileri de bir tanrı olarak görülürler ve tanrılarının adlarını taşırlardı. Anlatımlara göre Nimrod insanların dağılmayıp kendi yönetimi altında bir arada bulunmalarını istemiştir. Bu amaçla Babil Kulesi`ni inşâ etmeye yeltenerek bir isyanı başlatır. Nimrod hayvanları avlayan ve insanları benzer şekilde öldüren savaşçı bir kişiliğe sahibtir. İsyancı olma özelliğiyle Marduk ve Nimrod kelimelerinin muhtevâsında isyan etme anlamları bulunur.»
AŞUR; Babil’in kudreti Ninova’nın önünde silinince, Asurluların baş tanrısı Aşur, Antik Sümer ve Babil tanrıları ile karışarak en kudretli baş tanrı oldu. Adı iyiliksever anlamına gelmekle beraber, ordunun başında giderek orduları zafere ulaştıran bir savaş tanrısı olarak da bilinirdi. Marduk ve Ninurta’nın yerini alan Aşur, bazen kanatlı bir disk şeklinde, bazen bir boğanın üstünde, ayakta veya havada uçarken temsil edilirdi. Bereket tanrısı da olduğundan, dallarla çevrili ve yanında bir keçiyle de gösterilmiştir. Karısı büyük tanrıça İştar’dır.

BABİL`İN ASMA BAHÇELERİ
Babil`in Asma Bahçeleri, Dünyanın Yedi Harikası`ndan biriydi, Tâ ki yeryüzünün en yağmacı ve barbar topluluğu ABD’nin Irak’ı yağmalama ve Iraklıyı kırma operasyonuna kadar. Ne zaman ki Irak bombalanmaya başlandı; tarih ve sanat adına, kültürel miras ve haysiyet adına her şey darmadağın edilip onbinlerce yıllık tarihi eserler, taş üstünde taş kalmayacak şekilde imha ettiler.
Babil’in Asma Bahçeleri, M.Ö. 7. yüzyılda Babil kralı Nebukadnezar tarafından yaptırılmıştır. Babil`in çorak Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin bulunduğu çok katlı bir bahçedir burası. Coğrafyacı Strabo`nun 1. yüzyıldaki tasvirine göre: "Bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu. Bunların içleri çukurdu ve büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat Nehri`nden zincir pompalarla yukarılara su çıkarılıyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su, bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu". Ve yine bir rivayete göre Nebukadnezar, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Semiramis için yaptırmıştır. Medes kralının kızı olan Semiramis’i Mezopotamya’nın düz ve sıcak ortamı bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için sun’i dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden bazen Semiramis`in asma bahçeleri olarak da anılır.
    
MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ VE ZERDÜŞTLÜK
Zerdüştçülük, Zerdüştîlik, Mecusîlik yahud mahallî dilde Mazdayasna, dünyanın en eski tektanrıcı dinlerinden biridir. Yaklaşık 3,500 yıl önce Zerdüşt tarafından İran’da kurulmuştur. M.Ö. 600 ve M.S. 650 yılları arası Pers İmparatorluğu’nun resmî dinî olmuştur. İranlıların müslümanlıktan önceki dini olarak bilinir. Ancak bölge toplumlarından Ermenilerin büyük bir kısmı, Hıristiyan olmazdan evvel bu dinden idiler. Avedis Aharonian’a göre, Primitif Arkaik Ermeniler ateşe tapıyorlardı. "Ateş, iyilik ve kötülük” prensibine dayanan bu din, antik İran Zerdüştlük dininin bir koludur. Ermeni mitolojisinde mevcut olması, İran’dan geçmesi şeklinde değil de, Ermenilerin etnik niteliklerinde varolmasındandır. Ermenilerin Hind-Avrupa menşeli bir toplum olmadıklarını bizzat Ermeni tarihçileri, bilhassa sanat tarihçileri izâh etmişlerdir.
Ayrıca Kürtlerden de hatırı sayılır bir kesim Zerdüştlüğün tesiri altında idiler. Bunda işgale uğradıkları kavimlerin tesiri, Pers imparatorluğunun Zerdüştî olmasının büyük bir rolü vardır. Kürtler, Müslüman olmadan önce kendilerine İslâm teklifi götürüldüğünde, İbrahimî dinlere ve tek tanrıcılık şeklinde tezahür etmiş sade bir inanca sahib olduklarından, İslâm’ı kolayca kabul etmişlerdir. Nihayetinde Mezopotamya, Peygamberler diyarıdır. Hazreti Nuh’tan Hazreti İbrahim’e (aleyhisselâm), Hazreti Eyyûb’tan Hazreti Şit’e (aleyhisselâm) sayısız peygamber ve velî bu toprakları bereketlendirmiş, bölge toplumlarının ruh ve fikir dünyasına zengin bir medeniyet ve kültür mirası bırakmışlardır. Fakat uzun bir süre Pers imparatorluğunun yönetiminde kalması ve Perslilerin dininin Zerdüştîlik olması hasebiyle, Kürtlerin belli bir kesiminde bu dine ciddi bir mensubiyet sözkonusudur. Tâ ki İslâm’ın gelişine kadar. İslâm’la birlikte bu sapık inançlar on yıllara varan bir zaman diliminde kaybolup gitmiş ve mensubu olan bir din olarak etkisini kaybetmiş, silinip gitmiştir.

ZERDÜŞT KİMDİR?
Zerdüştî kaynaklara göre Zerdüşt, beş oğullu bir ailenin ortan­ca oğludur, üç kere evlenmiştir ve eşlerinden üçü de kendisin­den çok yaşamışlardır. Zerdüşt’ün anası on beş yaşın­da bir bakire iken, bir ışık huzmesinin ziyaretine uğrayarak hâmile kalmıştır. Babasının ismi Puruşaspa, anasının ismi ise Dughahova’dır. Rivayetlere göre Zerdüşt, 30 yaşında “peygamber” olmuştur ve yanına ümmetinden bir kısmını alarak Belh`e gitmiştir. Yolda kar­şılarına çıkan Gaitya nehrini Zerdüşt’ün gösterdiği mucize ile yü­rüyerek geçmişlerdir. Daha sonra Avaital gölü civarında 45 gün­lük bir ibadetten sonra bir gece göğe çıkmıştır. İşte bu nehrin kıyısındadır ki, melek-elçi Vohumenah Zerdüşt’ün yanına gelerek ona dünyadan el çekmesini öğütlemiştir. Zerdüşt, Vohumenah’tan sonra diğer bütün meleklerle de görüş­tükten sonra Ahura Mazda’nın huzuruna çıkmıştır. Ahura Mazda ile yaptığı görüşmeden sonra elinde Avesta ile dönen Zerdüşt`e, başka dinden olanlar eziyet etmek istemişlerse de, Avesta’yı okuduğunda şeytanlar bile ondan aman dilemişlerdir.
Zerdüşt yıllarca Âriler içerisinde gezdikten sonra nihayet tekrar Belh`e dönmüştür. Bu sırada Belh`de Güştasb Şah hüküm sür­mektedir. Şah, Zerdüşt tarafından dine davet edilir. Güştasb, bu teklifi, kendi ruhanileri ile Zerdüşt`ü birlikte imtihan ettikten son­ra Zerdüşt`ün kazanması hâlinde kabul edeceğini bildirir. Zerdüşt bütün bilginleri yener. Ancak bu defa diğer bilginler Zerdüşt`ün si­hirbaz olduğunu ileri sürerek onu zindana attırırlar. Bu sırada Şa­h’ın atı hastalanır ve memleketin bütün baytarlarının gayretlerine rağmen iyileşmez. Zerdüşt ileri süreceği bazı şartların kabulü hâlinde hayvanı iyileştireceğini Şah`a bildirir. Şartlar, Şah’ın oğlunun ve karısının Zerdüşt`ün getirdiği dini kabul etmesi ve Zerdüşt`e hi­le yapıp onu sihirbaz gibi gösteren ruhanilerin öldürülmesidir. Bu sırada Şah`ın babası ile kardeşi de şiddetli bir hastalığa yakalan­mışlardır. Zerdüşt, Avesta’dan bir dua okuyarak bunları iyi eder. Güştasb (Vistaspa) sözünü tutarak yeni dini kabul eder ve bu yeni din, böylece fütuhat sayesinde süratle yayılır.
Zerdüştçülük, tek tanrı olan Ahura Mazda inanışını öğretir. Zerdüştçülüğün en önemli özelliği, en eski tek tanrılı din olarak kabul edilmesidir. Fakat daha sonraları dualist bir din olmuş, dualizmin en tanınmış örneklerinden birini oluşturmuştur. Bu dinde inananların bedeninin öldükten sonra dirilip Ahura Mazda’nın huzuruna çıkacağına ve orada sorgulanacaklarına inanılır.
AHURA MAZDA; Zerdüşt’ün Avesta’daki her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten en büyük tanrısı. Mazdeist inanışta ve İrano-Aryanlarda Ahura Mazda tek iyilik tanrısıdır. Diğer Aryan tanrılarının tamamını bâtıl ve gerçekdışı tanrılar olarak niteleyen Zerdüşt’ün Avesta’daki tanrısı, iyilik ve güzelliklerin yaratıcısıdır, düşmanı ise tümüyle kötü güçlerdir. Farsça lûgatlarda bu kelimenin “tanrı” karşılığı dışında Müşteri (Jüpiter) gezegeni anlamı da yer alır.
EHRİMEN; Eski İran Mitolojisine göre kötü ruh olan Ehrimen, Zerdüştlük inancına göre kötülük tanrısıdır. Aynı zamanda Zerdüştlük inancının iki ana prensibinden bir tanesidir. İyi ruh Ahura Mazda’nın karşıtı olan Ehrimen, her zaman iyilikçi tanrı Ahura Mazda ile sürekli bir savaş hâlindedir. Zamanla iyiliğin karşısında eriyip kaybolacağına inanılan Ehrimen, dünyayı karıştırıp kötülüklerin artmasına çaba göstermesine ve düzenler kurmaya çalışmasına rağmen, neticede her zaman Ahura Mazda’nın karşısında mağlubiyete uğrar.
Zerdüştçülüğün temelinde, tanrı ve şeytanın savaşı yatar. Zerdüşt, yeryüzündeki kavganın, tanrının ruhu Spenta Mainyu ile şeytanın ruhu arasında olduğuna inanırdı ve her inananın da iyilik için savaşması gerekirdi. An’anevî olarak Zerdüştîler, yeryüzünün insan kalıntılarıyla bozulmaması gerektiğine inanırlardı. Ölülerini defnetmek yerine, üstü açık kulelerin kuyularına atıp, cesetleri akbabalara ve tabiî tesirlere karşı korumasız bir şekilde bırakırlardı.
Zerdüşt inancı, dünyanın altı safhadan oluştuğuna inanır. Birinci dönemde iyilik ve kötülük ortaya çıkar. İkinci safhada, dünya karanlığa, felakete ve kötülüklere gömülür. Üçüncü safhada, iyilik ve kötülük mücadelesinde iyilik kazanır, Zerdüşt toplumlara doğruyu, adaleti göstererek, karanlığı ve aydınlığı birbirinden ayrıştırır. Dördüncü safhada ise her tür kötülük ve karanlık kaybolacak, dünyaya barış ve kardeşlik hâkim olacaktır. Zerdüşt burada dünyayı safhalara ayırırken, ilk dönem insanın yaradılış dönemini konu alır. İkinci dönemde, tufanla insanoğlunun uğradığı felaket vurgulanır. Üçüncü dönemde, Zerdüştlük ve sonrasında gelişen medeniyete vurgu yapılır. Dördüncü safhada ise, insanoğlunun geleceğe dair taşıdığı ümide, hürriyet düşlerine tedaî yapılarak, gelecek tasavvur edilir.
AVESTA... Zerdüşt, Gatalar denen dörtlükler yazmıştır. Bu dörtlükler Avesta denen kutsal kitabta toplanmıştır. Bu yazılar Zerdüşt’ün neye inandığını anlatan tek belgedir. Perslerin Zerdüşt’e âid olduğuna inandıkları kitab olan Avesta’nın metni, M.S. 4. yüzyılda belirlenmiştir. Makedonyalı İskender, tamamı 12.000 öküz derisine yazıldığı söylenen metinleri Persepolis’te yakmıştır. Avesta, bunların akılda kalanlarına dayanılarak M.S. 3. veya 4. yüzyılda yeniden kaleme alınmıştır.
 İki bölüme ayrılır. Birinci bölüm Vendidad, Visperad ve Yasna’yı ihtivâ eder. Vendidad, çeşitli dinî kanunlar ve efsânevî hikâyelerden oluşur. Visperad, kurban etme sırasında okunan duaları ihtivâ eder. Yasna ise, benzer dualar ve Avesta’da kullanılan genel dilden farklı bir lehçeyle yazılı beş gata ihtivâ eder. Avesta’nın ikinci bölümüne Khorda Avesta (Küçük Avesta) adı verilir ve tüm inananlar tarafından farklı elementlerin varolduğu belirli günlerde okunabilen kısa dualar ihtivâ eder. Bu duaların 5’ine Gah, 30’una Sirozah, 3’üne Afrigan ve 6 tanesine de Nyayish denir.

MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ VE YEZİDÎLİK
Yezidîlik, Ortadoğu kökenli olup, dinden daha çok, mitolojik bir inanç sistemidir. Kendilerini tek başına farklı bir millet olarak ifade eden Yezidî’lerde, Yahudilik gibi aile ağacına dayalı bir üreyiş sözkonusudur. Şöyle ki; “Yezidî olunmaz, Yezidî doğulur.” Ancak bu yönde çalışmaları olan birçok ilim adamı bu görüşe katılmaz.
Türk, Kürt ve Arablarla eskiden kalmış birkaç Hıristiyan köyünün Yezidî kültürünü benimsemesi neticesinde; Suriye, Türkiye, İran, Gürcistan ve Ermenistan’da cemaatleri bulunan Yezidîler’in bugünkü toplam sayısının 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca, başta Almanya ve İsveç olmak üzere, Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Yezidî yaşamaktadır.
Küfre has karakteristik bir davranıştır; başka çaren yoksa, kabul etmiş görün ve tahrif et!.. Müslümanlığın yayılmaya başladığı ve insanların kitleler hâlinde akın akın İslâm’a koştuğu zamanlarda, bir kısmı kendilerine bir zarar erişmesin diye, diğer bir kısmı ise Müslümanlıkla birlikte zenginleşeceğini ümid ederek, eski dinlerinden vazgeçmeden ama yeni girdikleri dinden de işlerine geleni alarak bir anlayış geliştirmişlerdir. Bunu yaparken de İslâm büyüklerini kullanarak kendilerini maskelemekten, onlar hakkında yalan yanlış iftiralar atmaktan yahud –güya methediyor görüntüsünde- abartılı ve ahmakları avlayıcı beyanlarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. İslâm’ın reddettiği tüm bâtıl anlayışlara bakıldığında bu ortak yön rahatlıkla görülmektedir. Dün de bugün de durum bu merkezdedir.
Bu karışım Yezidîlikte de görülür ve hem Zerdüştlüğe (iyilik ve kötülüğün mücadelesi), hem Maniliğe (irfan), hem Yahudiliğe (beslenme ile ilgili hükümler, haram yiyecekler), hem Hıristiyanlığa (vaftiz, ekmek ve şarap âyini, evlenmelerde kiliseleri ziyaret, şarap içmek), hem İslâmiyete (sünnet, oruç, kurban, hac, mezar taşlarında İslâmî kitâbeler), hem bâtınî-Rafizîliğe (inancın gizliliği, vecd, şeyhe saygı), hem Sabiiliğe (tenasuh ve ruh göçü), hem Samaniliğe (gömme âdeti, rüya tabiri ve dans), hem de Paganizme (Ay ve Güneşe tapma) âid bazı unsurları bünyesinde toplayan ve kökeni yeterince açık olmayan bir inanç sistemi çıkar karşımıza.

Yezidîlik inancında Tanrı, dünyanın koruyucusu değil, sadece yaratıcısıdır. O, faal değildir ve dünya ile ilgilenmemektedir. Tanrı iradesinin faal ve yürütücü uzvu, Tanrı’nın ikinci şahsiyeti olan "Melek Tavus"tur. Melek Tavus, Tanrı ile birdir ve çözülmez bir şekilde Tanrı’ya bağlıdır. Bu anlamda Yezidîler, tek tanrılı olarak bile kabul edilebilirler. Ancak Yezidî inancında, Tanrı ile insan arasında vasıta olarak hizmet gören yarı ilahlar bulunmaktadır. Yezidîlere göre; Melek Tavus, bir iyilik tanrısıdır. Yezidîler şeytana, tövbe etmesi sebebiyle Tanrı tarafından bağışlanan gözden düşmüş bir melek olarak bakarlar. Şeytanın adının, Tanrı olarak söylenmesi yasaktır. Yezidîler, dışarıdan anlaşıldığı mânâda ne cehenneme, ne cehennem azabına, ne de şeytana inanırlar. Yezidî inancına göre ruh, ölümden sonra başka gövdelere geçerek varlığını sürdürmektedir. Güneş, ay ve yıldızlar, ışık saçtıklarından dolayı kutsaldır. Çünkü Melek Tavus da bir ışık kaynağıdır. Yezidî topluluğu, Âdem ile Havva soyundan değil, Cebbar bin Şehid adlı başka bir yüce varlıktan türemiştir. Yezidîler her çağda yeni bir peygamber gönderileceğine, her yerde bulunan Melek Tavus’un bütün Yezidîleri koruyacağına ve kurtaracağına inanmaktadırlar. Mushaf-i Reş’te, "Tanrımız şeytanın adını yahud onu hatırlatan kelimeleri zikretmek yanlıştır" diye emredildiğinden; Yezidîler, Tanrı-melek mertebesine koydukları "Şeytan"ın adını anmadan, onun için "ismi güzel melek" derler. Ayrıca "kaytan, ser, mel’ûn, lânet" gibi kelimeleri de kullanmazlar. Yezidîler için ateş, nur yâni ışık saçan bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Yezidîler, bazı besin maddelerini yemez, bazı renkleri de tercih ederler. Beyaz, kahverengi, kırmızı, yeşil ve siyah kutsal sayılmakta, mavi renge ise itibar edilmemektedir. Beyaz giysi, temizliği sembolize etmektedir. Kadınlar da mutlaka beyaz iç çamaşırı giymekte; erkekler ise öldüklerinde yüce makama temiz çıksınlar diye beyaz giysiyle gömülmektedir. Yezidîlerde yenmesi haram temel yiyecek, maruldur. Buna börülce, salatalık, lahana gibi sebzeler ile balık, geyik ve horoz eti de eklenebilir.
Kutsal saydıkları iki kitabları vardır; Mashaf-i Reş (Kitab-el Esved-Kara Kitab) ve Kitab-el Cilva (Kitab-i Celve). Her ikisinin de 12. yüzyılda yazıldığı fakat yazarının belli olmadığı söylenir. Yezidîler tarafından bu eser Adiyy bin Müsafir’e atfedilse de, ilgisi olmayan bu ithaf, gelecek tepkilerden korunmak için Büyük Velî’ye atılmış bir iftiradır.
Kitab-elCilva, Yezidîlerin kurtuluşu için "Tecelli Vahiy Kitabı" olup beş bölümden ibarettir. Bu bölümlerden ilkinde, Melek Tavus’un vazifesinin insanları ıslah ve onlara yardımcı olmak olduğu; ikinci bölümde, Melek Tavus’un insanları istediği şekilde cezalandırıp mükafatlandırdığı, arzın altına ve üstüne hükmettiği ifade edilmektedir. Üçüncü bölümde, kâinattaki bütün mahlukatın, Melek Tavus’un hâkimiyeti altında olduğu; dördüncü bölümde, Melek Tavus’un haklarını başka ilahlara vermeyeceği, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların onun inançlarından kendilerine uygun düşenleri alıp diğerlerini bozduğu vurgulanmaktadır. Beşinci bölümde ise, şahsına ve resmine saygıda bulunulmasını ve inançları ile eşyasının olduğu gibi korunması emredilmektedir.
Mashaf-i Reş (Kara Kitab), Yaratılış nazariyelerinin anlatıldığı yeryüzüne âit bir kitab olup, Yezidîlere dair geçmişteki olaylar ile Yezidîlik adabını ihtivâ eder. Ayrıca, Kara Kitab’ta renkler ve yiyeceklerle ilgili bazı yasaklar da yer almıştır.
Kısa bir bilgi verelim; Yezidîlerin kendilerini O’nunla maskeledikleri Adiyy Bin Müsâfir Hazretleri, Hicrî 557 (Miladî 1162) yılında vefat edinceye kadar irşad faaliyetlerini sürdürdü.
Daha sonra, Adiyy Bin Müsâfir Hazretlerinin irşad ve eğitim okulunda yetişen talebeleri, onun davasını bıraktığı yerden devam ettirdi. Böylece, kendisine nisbet edilen Adeviyye Tarikatı ortaya çıktı. Bu tarikatın kolları, Hakkari halkı, meşhur Revadiye kabilesi ve Musul civarı Kürtleri arasında faaliyetlerini uzun bir süre sürdürdü.
O’nun talabeleri; Hakkari, Musul ve Şam çevresinde, ilmî, siyasî ve askerî görevlerde bulundular. Tarikat bakımından mis­yonunu sürdüren birçok akrabası oldu. Bunların ilki, yeğe­ni Ebulberekât Sahr bin Müsafir idi. Ondan sonra halk nezdinde çok sevilen Ebulberekât`ın oğlu Adî bin Ebu`l-Berekât bu vazifeyi sürdürdü. Ondan son­ra da Tâc’ul-Arifin lakablı Şeyh Hasan bin Ebu`l-Berekât bu misyonu üstlendi. Şeyhü`l-Ekrâd (Kürtlerin Piri) lakabıy­la da bilinen Şeyh Hasan, babalarının yolunda Ehli Sünnet çizgisinde devam etti. Ancak tâbilerinden olan fakat eski inanç ve kültürlerine özenen bir grub, onu ve atalarını yüceltme yo­luyla tarikatın içine birçok bid`at ve hurafe soktu. Başlangıçta tam mânâsıyla Kur`an ve Sünnet çizgisinde bir tarikat olan Adeviyye, böylece İslam dışı bir tarikat, daha doğrusu bir inanç hâline geldi. Yukarıda da temas ettik; İslâmı olduğu gibi kabul etmeyip, bir kısmı üzerinden kabul noktaları oluşturarak terk etmedikleri ve eski dinlerle de harmanladıkları bir inanç oluşturdular, üstelik bunun için de –benzerlerinde olduğu gibi- İslâm ve Ehli Sünnet camiasından birini kendilerine maske edindiler ve bozuk itikadlarını o insan üzerinden sürdürmeye çalıştılar.
Oysa Hakkari bölgesinde Şeyh Adî`ye nisbet edilen Adeviyye Okulunda yetişen Hakkari halkı ve Revadiye Kabilesi, Kudüs`ün Haçlılardan kurtulması için oluşturulan ordunun kumandan, lider ve askerlerinin çoğunluğunu teşkil etmekteydi. Bunların başında Selahaddin Eyyubî`nin ailesi gelmektedir. Adeviyye okulundan çok etkilenen bu aile, Azerbaycan`daki Dovin şehri menşeli Revadiye kabilesindendir. Revadiye; büyük bir Kürt kabilesidir. Selahaddin`in babası Eyyûb, Dovin`de dünyaya geldi. Eyyûb, babası Şazi ve kardeşi Eseduddin Şirkuh ile birlikte Bağdat`a intikal etti. Oradan da Tikrit`e geldiler; Şazi burada öldü ve torunu Selahaddin de burada doğdu. Bilâhare iki kardeş, Eyyub ve Şirkuh, Musul Atabeyi İmaduddin Zengi`nin hizmetine girdi.
Adiyy Bin Müsâfir Hazretleri’nin yetiştirdiği nesilden, bu neslin Haçlılara karşı elde ettiği büyük zaferlerden ve Kudüs`ü Haçlılardan geri almaya muvaffak olmasından yola çıkarak, Adî b. Müsafir`e Kudüs`ün manevî fatihi demek mümkündür.

DEMİRCİ KAWA EFSÂNESİ
Farsça’da, Kaveh Ahangar... İran mitolojisinde acımasız yabancı hükümdar Dahhak’a isyan eden mitolojik kahramanın hikâyesidir ki, Fars şair Firdevsî’nin en önemli eseri olan Şehname’de yer alır. Hikâyenin diğer ana karakteri olan Dahhak veya Azhi Dahaka, Zerdüştçülüğün kutsal kitabı olan Avesta’da ve antik dönem Fars mitolojisinde yarı şeytan bir Babil kralı olarak yer almıştır. Firdevsî, hikâyeyi yeniden yorumlayarak, bu karakteri şeytanî ve tiran bir Arab kral olarak tasvir etmiştir. Hikâye, Kürt mitolojisinde de yer alır. Birçok versiyonu vardır. Birisi de şöyle:
Çok ama çok uzun bir zaman önce, daha yeryüzünde kimsenin olmadığı bir demde, Zervan isimli tanrının iki oğlu olmuştur. Birinin adı Hürmüz’dür ve bereket ve ışık saçan anlamına gelmektedir. Diğerininki ise Ehrimen’dir, kötülük ve kıtlık saçan anlamındadır. Ahura Mazda’nın kutsadığı topraklarda Hürmüz hep iyinin ve medeniyetin temsilcisi, Ehrimen de onun karşıtı olmuştur.
Hürmüz, dünyada kendisini temsil etmesi için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğini sevgi ile doldurur. Zerdüşt ise buna karşılık oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e hediye eder. Ehrimen bu durumu kıskanır ve yüzyıllar boyunca sürecek olan iyilerle savaşına başlar. Tüm iyilere ve Zerdüşt’ün soyuna, Medya (Kuzeybatı İran) coğrafyasındaki hayatı çekilmez bir duruma getirir. Ehrimen, bazen gökten ateşler yağdırır, bazen fırtınalar koparır ve iyiliğe ve iyilere hep zulmeder. En sonunda da içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Kral Dahhak’ın beynine akıtır ve onu bir belâ olarak İran halkının üzerine salar.
Efsâneye göre Asur kralı Dahhak, Mezopotamya ve Ortadoğu’nun tek hâkimidir. Kürtlerin ataları olduğu iddia edilen Medler, İranlıların ataları Persler, Ermenilerin ataları Urartular ve şimdi soyları tükenen Hurriler, Babilliler ve Elamlılar, Dahhak’ın hükümranlığı altında yaşamaktadırlar.
Zalimliği ile meşhur olan Asur kralının omzunda “Şeytan’ın iki omzunun arasını öpmesiyle” iki yılan çıkar. Bu yılanların Dahhak’a zarar vermemesi için, Şeytan her gün iki Med gencinin beyninin yılanlara verilmesini tavsiye eder. Bunun üzerine, her gün iki Med gencinin beyni yılanlara verilmeye başlanır. Ancak hızla gençler azalmakta ve halk bu duruma tepki göstermeye başlamaktadır. Gençlerin hızla yok olmasını engellemek için, halk, saraya gönderdikleri fazilet sahibi aşçılar vasıtası ile Dahhak’a “ikinci beyin” olarak kestikleri hayvanların beynini vererek, zulmü biraz olsun yumuşatmaya çalışır. Dahhak’tan kurtardıkları “ikinci” gençleri dağlara gönderip orada saklamaya başlarlar. Firdevsî’ye göre, dağlarda toplanan bu gençler, daha sonra bugünkü Kürtlerin atalarını oluşturur…
Dahhak’ın omzundaki yılanların beyin yeme sırası demircilik yapan Kawa’nın oğluna gelir. Demirci Kawa, yiğit, cesur ve iyi yürekli biridir. Oğlunun ve halkının böyle katledilmesini kabullenemez. Çevresindeki insanlarla konuşur ve onlara Dahhak’ın zulmünden kurtulmanın tek yolunun onu öldürmek olduğunu anlatır.
M.Ö. 612 yılında Demirci Kawa, örgütlediği Med halkıyla birlikte Dahhak’ın sarayını basarak, balyozla Dehhak’ın kafasını parçalar ve onu öldürür. Dağda yaşayanlara haber vermek için de sarayın avlusunda büyük bir ateş yakarlar. Bu ateşi gören dağdaki gençler, evlerine geri döner.
Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji adlı eserinde (s. 366) bu efsâneyi tefsir ederken, bir yerde şöyle söyler:

- «DAHHAK - çok gülen demek
KAHKAHA - öldürücü bir yılan
Toplum ve fert hakikati bir arada
insan beyniyle ve sahibinin ölümüne
beslenen kahkaha
Batılı bir mütefekkir:
- “eğlence - bir insan ve toplum hayatı için
ihtiyarlık alâmetidir…”
Tarkovsky - meselesiz ve çilesiz insan kasdıyla
masum çocuklara ve ihtiyarlara
yakıştırır bu hâli
Firdevsî - efsanedeki bu hâli:
- “şeytanın maksadı böylece
dünyayı insanlardan temizlemekti…”

DAHHAK - şeytana uyunca
dünyayı kötülükler bürüyor
insanların hizmetinde olan
tesirsiz hâle getirilmiş DEVLER
yâni cinler ve ifritler
yâni aldatmalar ve fitneler
tekrar meydan yerinde...

Ülkede - dindar ve faziletli iki insan
takva ehli ERMAYİL
feraset sahibi KERMAYİL
aşçı diye girer saraya…
KUDAR:
- aşçı
- büyük yılan
yılan HAYAT remzi
sıhhatli hayat aşçıları
TAKVA ve FERASET...

Ermayil ve Kermayil
yılanlar için boğazlanan delikanlılardan
hiç olmazsa birini kurtarmak
hergün koyun beyni DAHHAK’a
kurtulan delikanlılar zamanla
büyük bir topluluk hâline
Firdevsî’ye göre KÜRD kavmi
bunlardan meydana gelir
şehir hayatı bilmeyen
ve bozkırlarda kurulmuş
çadırlarda yaşayan bir kavim
İRANLILAR’la savaşta - bu yüzden der ki:
- “kalblerinde Allah korkusu olmayan!”»

ZALOĞLU RÜSTEM
Rüstem-i Zâl, Pûr-ı Zâl, Zâl-ı Zer, Rüstem-i Destan gibi lakablarla da anılan Rüstem, Firdevsî’nin Şehnamesi’nde destanlaştırılan, İran tarihinin belki en meşhur kahramanı ve efsânevî pehlivanıdır. Kürt tarihinin eşsiz eseri Şerefname’de, Şeref Han tarafından bir Kürt olarak takdim edilir ki, bu da muhtemeldir. Babasının isminin Zâl olması hasebiyle kendisine Rüstem-i Zâl veya Zaloğlu Rüstem denilmiştir. Annesi, Kabil hükümdarının kızı Rûdâbe; dedesi, Sâm; karısının adı Tehmîne ve kızının adı da Bânûgoşesb’tir. Onun doğumu da, hayatı gibi olağanüstü, efsânevî ve şaşırtıcıdır. Her şeye çare bulan Sîmorğ’un yardımıyla dünyaya gelmiş ve hızla büyüyüp gelişerek, kısa süre sonra yiğitlere yaraşır bir vücud yapısına ve güce kavuşmuştur.
700 batman ağırlığındaki gürzü, güçlü kemendi, kaplan postundan yapılmış elbisesi ve yıldırım hızındaki atı Rahş ile İran krallarının sıkıntıya düştükleri ânda yardımlarına koşmuş, onları ve İran halkını büyük tehlikelerden kurtarmıştır. Kendisi hakkında anlatılanlardan bazıları:
Rüstem, Hefthân’ı geçtikten sonra “Dîv-i Sepîd - Beyaz Dev” ile savaştı. Sonra, Bîjen’i Efrâsyâb’ın kuyusundan kurtardı. Ehrimen yaratılışlı Efrâsyâb’dan Siyâveş’in intikamını aldı. Eşkebûs’u öldürdü. Bilmeyerek oğlu Sohrâb’ın bağrını parçaladı. Nihâyet ömrünün sonlarına doğru mağrur şehzade İsfendiyâr, Goştâsb’ın hileleriyle onun elinde can verdi. Bu maceralardan sonra, artık Rüstem’in boğazından tatlı bir lokma geçmedi. Sonunda üvey kardeşi Şeğâd’ın hileleriyle bir kuyuya düşürülerek atı Rahş ile birlikte öldürüldü. Rüstem, İran, Kürt ve Eski Türk edebiyatında kahramanlık ve yiğitlik sembolüdür. Divan şairlerimiz tarafından çokça kullanılmıştır, Misâl bâbında Nef’î, Dördüncü Murad Han’ı medhettiği meşhur bir kasidesinde Rüstem’i şöyle yâd eder:

Şâhâne-meşreb Cem gibi sâhib-kırân Rüstem gibi
Hem Îsî-i Meryem gibi ehl-i dil ü ferhunde-dem

Fars edebiyatında birçok efsânenin temel karakteri olan Sîmurg’un, Rüstem’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Sîmurg, Rüstem’in babası meşhur İranlı kahraman Zâl’ı yaşadığı dağda bulmuş, onu beslemiş ve büyütmüştür. Sîmurg Zâl’dan ayrılacağı zaman bir tüyünü kendisine vererek, ihtiyacı ânında onu ateşe attığında haberin kendisine ulaşacağını ve yardımına yetişeceğini söylemiş. Rüstem’in doğumu yaklaşıp da Rûdâbe büyük sıkıntılarla yüzyüze geldiğinde, Sîmurg’un dediğini yapmış ve onun yardımlarıyla Rûdâbe’nin karnını yararak Rüstem’i dünyaya getirmişler.
Sîmurg, sadece Zâl’a değil, Rüstem’e de yardımlarda bulunmuş. Rüstem, İsfendiyâr ile savaşında ağır yaralanınca yine ondan yardım istemiş, o da gelerek Rüstem’i ve atı Rahş’ı iyileştirmiştir.
Bu at, Rüstem’in hayatında özel bir yere sahibtir. Şehnâme’ye göre, çok sayıda at sürüsünün içinden uzun araştırmalar sonucunda seçilerek bulunmuş, Rüstem’in ömrü kadar uzun bir ömrü olmuştur. Yine Şehnâme’de bu at, çok ilginç ve şaşırtıcı nitelikleriyle anlatılmıştır.
Öte yandan, İranlı meşhur kahraman Sohrâb da, Rüstem ile Semengân hükümdarının kızı Tehmîne aşkının meyvesi olarak Semengân’da dünyaya gelmiştir. Efrâsyâb, onun Rüstem’in oğlu olduğunu bilmekte, ancak babayla oğlun birbirlerini tanımamalarını ve Rüstem’in Sohrâb’ın eliyle öldürülmesini, sonra da oğlunu öldürmeyi, böylece her ikisinden de kurtulmayı hedeflemektedir. Savaş sonunda, Rüstem bilmeden oğlunu yaralamış, yaraladığı kişinin oğlu olduğunu anladığında “nûşdârû” adıyla bilinen ilacı getirmesi için Gûderz’i Kâvûs’a göndermiş, o bu ilacı vermeyince kızarak kendisi gitmiş, ancak bu defa da kendisi yoldayken Sohrâb ölmüş, Rüstem oğlunun naaşını alarak Sîstân’a götürmüştür.
Şehnâme’ye göre; kahinler, İran’da doğacak bir çocuğun büyüdüğünde Sîstân ve bütün İran’ı alt üst edeceği, Sâm ailesinin sonunun bu çocuğun elinden olacağı, onun insanların huzur ve rahatını bozacağı şeklinde yorumlar yapar. Bu çocuk, Rüstem’in üvey kardeşi Şeğâd’tır. Şeğâd, kardeşi Rüstem’i hileyle aldatıp, bir kuyuda kurduğu tuzağa düşürerek Rüstem’i atı Rahş ile birlikte öldürür; kendisi de Rüstem’in son ânda attığı bir ok ile ölür. Çok uzun bir hayat yaşayan Rûdâbe, oğlu Rüstem’in ölümünden sonra çöllere düşer ve aklını kaybeder.

SON SÖZ
İnsanoğlu, olağanüstüye karşı meftûn, meraklı veya hayran. Öyle ki bu hayranlığını, kendi hayâl, kültür ve sembol diline çevirirken, bazen oldukça abartır, bazen de kökten değiştirir. Böylece insanın zevk, idrâk ve hayâl gücüne seslenerek ona tesir etmek ister. Bu ister bazen tam bir faciaya, isterse bazen tek bir doğrunun bile bulunmadığı sapıkça bir senaryoya dönüşsün, içinde zevk ve hüviyeti açısından bir değer görüyorsa benimser. Üstelik, olan bitenin “gerçekte” ne olduğunun, mânâsının “hakikatte” ne olduğunun pek bir değeri veya hükmü bile kalmaz. “İlk doğru”, yahud bugün kimilerinin daha iyi anlayacağı bir kavramlandırmayla ve şayet tâbiri câizse, “ilk önermenin doğruluğu” esası başa alındığında, sonraki önermelerin bu “doğru”ya veya “önerme”ye bağlılığı ortadadır. Hattâ sonrakilerin ilkinin zıddı yahud tahrif edilmiş hâli olması durumunda dahi, bu bize mitolojinin, yine de “mantıkî doğruluk esasına göre” bir tahrifat yahud zıddı şeklinde tezahür ettiğini gösterir. Herşeyin hakikati “ilk doğru”da veya “ilk önerme”de! Kısacası, “ilk doğru”nun yahud “ilk önerme”nin kadrosundan çıkış mümkün değil. Hele bu “önerme” dediğimiz, hakikatte “Mutlak Fikir” ise!..
Allah’ın isimlerinin aslından ve bütününden koparılıp tahrif edilerek tek tek “bağımsız tanrılar” olarak tahayyül ve tasavvur edilmesi; aynı şekilde, Peygamberlere mahsus mucizelerin, “yazılı tarih” öncesinde bilfiil yaşanmış kahramanlıkların veya fevkalâde hâdiselerin anlatıla anlatıla zayıflayarak aslından uzaklaştırılması, birtakım hikmetlerin farklı kültürlerde farklı sûretler yoluyla sembolize edilmesi gibi faktörler, meramımıza tercüman olacaktır ümidindeyiz. Biz yine de ancak nüfuz edebildiğimiz kadarıyla “mitoloji” bahsini ele aldığımızı vurgulayalım ve hikmetler dairesi sonsuz diyerek, “mitoloji”ye nasıl bakılması gerektiğini HAKİKATİYLE ve olanca GENİŞLİĞİYLE görmek ve öğrenmek isteyenlere İBDA Mimarı’nın Esatir ve Mitoloji adlı şaheserini adres gösterelim.  

KAYNAKLAR
Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İBDA Yayınları, İstanbul 2010.
Mehmet Korkmaz, Zerdüşt Dini, Alter Yayıncılık, Ankara 2010.
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, 15 Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007.
Henrietta McCall, Mezopotamya Mitleri, Trc:Bircan Baykara, Phoenix Yayınları, Ankara 2011.
Edith Hamilton, Mitologya, Trc: Ülkü Tamer, Varlık Yayınları, İstanbul 2003.
Ş. Teoman Duralı, Gılgamış Destanı, 2 Basım, Dergah Yayınları, İstanbul 2011.
İnternet Ansiklopedisi – Wikipedia.
Joseph Campbell, Doğu Mitolojisi –Tanrının Maskeleri-, Trc: Kudret Emiroğlu, 3 Basım, İmge Kitabevi, İstanbul 2003.
Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2002.
Muazzez İlmiye Çığ, Uygarlığın Kökeni Sümerler, Kaynak Yayınları, İstanbul 2007.

Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz 2012, s. 151-175.

Son Fırsatlar