Tarih İçin Kadının Kimliksizlik Sorunu - 1 |
Kadın sorununa, biri tarihî gelişim süreci
açısından, diğeri modern hayatta içinde bulunduğu
sosyo-kültürel konum açısından olmak üzere iki temel noktadan yaklaşmak
mümkündür: Bu bağlamda erkek hegemonyasının
ağırlık kazandığı tarihi gelişim süreci
itibariyle kadının en genel anlamıyla bir tür
"kimliksizlik" sorunu ile; çağdaş materyalist
anlayışın hüküm sürdüğü modern hayat içindeki konumu
itibariyle ise, bir tür "rol karmaşası" ya da
"kimlik bunalımı" ile karşı karşıya
kaldığını söyleyebiliriz. Yazıda bu iki
gelişim süreci üzerinde durulacaktır.
1- Tarihi Gelişim Sürecinde Kadının
"Kimliksizlik" Sorunu:
Toplumların tarihlerinde kadın
anlayışının niteliğini, kadının
değerini, kadına biçilen rolleri, kısaca toplumdaki yerini
günümüz toplumlarının geçmiş geleneklerinden örneklerle
kısaca ortaya koymaya çalışalım.
Eski Hint geleneğinde kadın, erkeğin
mutlak egemenliği altında yaşıyordu. Hint
kadını erkeğine kayıtsız şartsız itaat ve
sadakat göstermek zorundaydı. Beşerî işlemlerde
kadının belirleme ve tercih hakkı yoktu. Kocası ölen
kadın, çoğu yerde kocası ile birlikte yakılıyordu.
Mirası, kocasının akrabaları olan erkeklere,
akrabası olmadığı takdirde din adamlarına terk
ediliyordu. Dul kalanlar ise, ölünceye kadar evlenemiyorlardı. Dönemin
din anlayışına göre kadın, kötünün sembolüydü;
gerektiği zaman tanrılar için kurban edilebilirdi.
Eski Çin ve Japon geleneğinde kadının
değeri, kocasına ve kocasının akrabasına olan
hizmeti ile ölçülüyordu. Erkek, ailede mutlak hakimdi. Kadın, ıslah
edilmesi gereken bir varlık olarak değerlendiriliyordu. "Madem
karını sabahleyin dövdün, öğleyin de niçin dövmeyeceksin ki?!"
şeklindeki Çin atasözü, bu dönemdeki anlayışı çarpıcı
biçimde yansıtması bakımından burada zikredilmeye
değerdir.
Eski Yunan ve Roma geleneğinde kadın,
alınıp satılan veya devredilen bir eşya hüviyetini
taşıyan; kötülüğün kaynağı;
yaratılışta eksik kalmış sıra
dışı bir varlık olarak kabul ediliyordu. Ancak
kadının asıl konumunu, cinselliği tayin ediyordu. Afrodit
ya da Roma'daki adıyla Venüs, cinselliğin tanrısal bir boyuta
ulaştığının açık bir göstergesidir.
Psikanalizin kurucusu Freud'un düşünce merkezini teşkil eden
"Libido-Haz Prensibi"ni Yunan mitolojisi ile desteklemesi bir
rastlantı değildir.
Kadının ruhlu mu ruhsuz mu olduğu,
şeytan olup olmadığı konusu ortaçağ
filozoflarının tartıştığı konular
arasında yer alıyordu.
Roma sarayları, cinsel fantezilerin ve
aşırılıkların zirve noktasına ulaştığı
mekanların başında geliyordu. Cinselliği belirli
ölçülerde sınırlayan Hrıstiyanlık Roma'da
yaygınlaşmaya başladığı sıralarda,
Hrıstiyanlığa yeni girenler, "insanlık
düşmanları" olarak takdim edilip işkenceler
eşliğinde katlediliyorlardı.
Cahiliye müşrik geleneğinde kadın,
diğer toplum örneklerinde görüldüğü gibi velayet ve miras
hakkından mahrum bırakılmıştı. Kız
çocukları toplumun yüzkarası sayıldığı için
insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir tarzda çoğu zaman
diri diri gömülmek suretiyle öldürülüyorlardı. Akrabalık, sadece
erkeğin soyuna dayanıyordu. Hür ve soylu olmayan kadınlar
cinsel meta olarak sömürülmekteydi.(3)
Genel olarak özetlersek:
Dinden uzak kalmış ya da dinî değerleri
tahribata uğramış eski toplumlarda -kaba bir tasnifle-
kadın,
- Ya ölmüş kocasıyla birlikte gömülmek zorunda
kalacak kadar erkeğe bağımlı kılınarak,
kocasının hakimiyetine mahkum edilmiş;
- Ya bütün hayatı işgücü, cinsellik, üreme gibi
birtakım dar kalıplar arasında
sıkıştırılarak
sınırlandırılmış;
- Ya da temel nitelikleri bastırılarak,
toplumdan soyutlanmış, kimliksizleştirilmiş ya da
varoluş mücadelesi dahilinde hak etmediği bir kimliği kabul
etmek zorunda bırakılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bize Desteğinizi Yorum Yazarak İletebilirsiniz