5 Ağustos 2013 Pazartesi

Tarih İçin Kadının Kimliksizlik Sorunu - 1

Tarih İçin Kadının Kimliksizlik Sorunu - 1
Kadın sorununa, biri tarihî gelişim süreci açısından, diğeri modern hayatta içinde bulunduğu sosyo-kültürel konum açısından olmak üzere iki temel noktadan yaklaşmak mümkündür: Bu bağlamda erkek hegemonyasının ağırlık kazandığı tarihi gelişim süreci itibariyle kadının en genel anlamıyla bir tür "kimliksizlik" sorunu ile; çağdaş materyalist anlayışın hüküm sürdüğü modern hayat içindeki konumu itibariyle ise, bir tür "rol karmaşası" ya da "kimlik bunalımı" ile karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Yazıda bu iki gelişim süreci üzerinde durulacaktır.

1- Tarihi Gelişim Sürecinde Kadının "Kimliksizlik" Sorunu:

Toplumların tarihlerinde kadın anlayışının niteliğini, kadının değerini, kadına biçilen rolleri, kısaca toplumdaki yerini günümüz toplumlarının geçmiş geleneklerinden örneklerle kısaca ortaya koymaya çalışalım.

Eski Hint geleneğinde kadın, erkeğin mutlak egemenliği altında yaşıyordu. Hint kadını erkeğine kayıtsız şartsız itaat ve sadakat göstermek zorundaydı. Beşerî işlemlerde kadının belirleme ve tercih hakkı yoktu. Kocası ölen kadın, çoğu yerde kocası ile birlikte yakılıyordu. Mirası, kocasının akrabaları olan erkeklere, akrabası olmadığı takdirde din adamlarına terk ediliyordu. Dul kalanlar ise, ölünceye kadar evlenemiyorlardı. Dönemin din anlayışına göre kadın, kötünün sembolüydü; gerektiği zaman tanrılar için kurban edilebilirdi.

Eski Çin ve Japon geleneğinde kadının değeri, kocasına ve kocasının akrabasına olan hizmeti ile ölçülüyordu. Erkek, ailede mutlak hakimdi. Kadın, ıslah edilmesi gereken bir varlık olarak değerlendiriliyordu. "Madem karını sabahleyin dövdün, öğleyin de niçin dövmeyeceksin ki?!" şeklindeki Çin atasözü, bu dönemdeki anlayışı çarpıcı biçimde yansıtması bakımından burada zikredilmeye değerdir.

Eski Yunan ve Roma geleneğinde kadın, alınıp satılan veya devredilen bir eşya hüviyetini taşıyan; kötülüğün kaynağı; yaratılışta eksik kalmış sıra dışı bir varlık olarak kabul ediliyordu. Ancak kadının asıl konumunu, cinselliği tayin ediyordu. Afrodit ya da Roma'daki adıyla Venüs, cinselliğin tanrısal bir boyuta ulaştığının açık bir göstergesidir. Psikanalizin kurucusu Freud'un düşünce merkezini teşkil eden "Libido-Haz Prensibi"ni  Yunan mitolojisi ile desteklemesi bir rastlantı değildir.

Kadının ruhlu mu ruhsuz mu olduğu, şeytan olup olmadığı konusu ortaçağ filozoflarının tartıştığı konular arasında yer alıyordu.

Roma sarayları, cinsel fantezilerin ve aşırılıkların zirve noktasına ulaştığı mekanların başında geliyordu. Cinselliği belirli ölçülerde sınırlayan Hrıstiyanlık Roma'da yaygınlaşmaya başladığı sıralarda, Hrıstiyanlığa yeni girenler, "insanlık düşmanları" olarak takdim edilip işkenceler eşliğinde katlediliyorlardı.

Cahiliye müşrik geleneğinde kadın, diğer toplum örneklerinde görüldüğü gibi velayet ve miras hakkından mahrum bırakılmıştı. Kız çocukları toplumun yüzkarası sayıldığı için insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir tarzda çoğu zaman diri diri gömülmek suretiyle öldürülüyorlardı. Akrabalık, sadece erkeğin soyuna dayanıyordu. Hür ve soylu olmayan kadınlar cinsel meta olarak sömürülmekteydi.(3)

Genel olarak özetlersek:

Dinden uzak kalmış ya da dinî değerleri tahribata uğramış eski toplumlarda -kaba bir tasnifle- kadın,

- Ya ölmüş kocasıyla birlikte gömülmek zorunda kalacak kadar erkeğe bağımlı kılınarak, kocasının hakimiyetine mahkum edilmiş;

- Ya bütün hayatı işgücü, cinsellik, üreme gibi birtakım dar kalıplar arasında sıkıştırılarak sınırlandırılmış;

- Ya da temel nitelikleri bastırılarak, toplumdan soyutlanmış, kimliksizleştirilmiş ya da varoluş mücadelesi dahilinde hak etmediği bir kimliği kabul etmek zorunda bırakılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bize Desteğinizi Yorum Yazarak İletebilirsiniz