Ortaçağ'ın Siyaset Felsefesi

4 Ağustos 2013 Pazar | yorum

Ortaçağ'ın Siyaset Felsefesi
          Beşinci Yüzyıl’da Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından On Altıncı Yüzyıl’a değin güçlü bir merkezi siyasi yapının Avrupa coğrafyasında olmadığıydı. Seküler siyasi yapılanmanın bıraktığı bu boşluğu Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin doldurduğunu ifade etmiştik. Bu hafta, yaklaşık Beşinci Yüzyıl’dan On Üçüncü Yüzyıl’a kadar Kilisenin dogmasına damgasını vuracak olan Hippolu din adamı Aziz Augustine’in fikirlerini ele alacağız.
           İmparator Konstantin, İ.S. 311 yılında Hıristiyanlığı kabul etmiş ve Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığa karşı tarafsızlığını ilan etmiş; İ.S. 378’de de İmparator Theodisius I’in fermanıyla Hıristiyanlık Roma’nın resmi dini haline getirilmiştir. Böylece o zamana değin gayrı resmi olarak var olan Kilise resmen toplumsal hayata girmiştir. Çok farklı kavimleri içinde barındıran Roma İmparatorluğu’nu bir arada tutması için manevi bir çimento olarak görülen Hıristiyanlık dini Roma’nın yıkılışını engelleyememiştir. Hatta bazı Romalı devlet adamları ve düşünürler, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışındaki neden olarak Hıristiyanlık dinine geçilmesini göstermişlerdir. Bunlardan Volasianus’a göre, Roma, Hıristiyanlığa dönmeyip kendi pagan inançlarını muhafaza etmiş olsaydı problemlerin hiçbiri olmayacaktı; Hıristiyanlık bu dünya hayatını önemsizleştirip öteki dünyayı yücelttiği, dünyevi başarı, şan ve şerefleri değil ama mütevazılığı ve Tanrı’nın manevi ödüllerini yücelttiği ölçüde Roma İmparatorluğu’nun savaşçılığını, mücadeleciğini zayıflatmış ve çöküşüne yol açmıştır. Aziz Augustine ise söz konusu fikirlere karşı çıkar ve Roma’nın yıkılışını Hıristiyanlığa bağlayanlara tam aksi istikamette bir argümanla cevap verir. Ona göre eğer Roma İmparatorluğu o güne değin ayakta kalabilmişse bu Hıristiyanlığı kabul eden Roma’ya Tanrı’nın lütfü sayesinde mümkün olmuştur. Augustine Roma İmparatorluğu’nun yıkılış sürecinde Kuzey Afrika’da, bugünkü Cezayir sınırları içinde olan Hippo kentinde 354 yılında doğmuştur. Augustine ilk eğitimini burada klasik Latince’de almış; sonrasında 383’te Roma’ya giderek eğitimine devam etmiştir. Bu şehirde retorik profesörü olan Augustine, daha önceleri bir Maniheist iken Latince çeviriler aracılığıyla neoplatonik felsefe çalışmaya başlamış, 386 yılında da “coşkulu bir Hıristiyanlığa dönme deneyimi” yaşamıştır . Sonraki yıllarda Kuzey Afrika’ya geri dönüp bir manastır kurarak buranın rahipliğine gelen Augustine, İncil üzerine bilgisini derinleştirmiştir. Tanrı Kenti adlı kitabını yazmaya başlaması bu dönemde, Kilise’ye karşı artan pagan saldırılar sırasında olmuş, Vandalların Roma’nın Afrika kentlerini ve kır kesimini yağmaladığı dönemde, 430 yılında ölmüştür
              Aziz Augustine, Volasianus’a karşı çıkarak, verdiği cevaplarla onun Hıristiyanlığa dair düşüncelerini çürütmeyi hedefler. Ona göre, Roma İmparatorluğu zaten Hıristiyanlık dinini kabul etmeden çok daha önce çöküş sürecine girmiştir. Ona göre Romalılar zaten yozlaşmıştır ve günahları nedeniyle cezalandırılmayı hak etmişlerdir; İsa Mesih’in merhameti ve sevgisi olmasaydı, Roma’nın yağmalanması çok daha kötü olacaktı; Roma Hıristiyanlığı kabul etmeden önce de çok sayıda felakete maruz kalmıştı, demek ki başına gelen felaketlerin sebebi Hıristiyanlık olamazdı (Tannenbaum ve Schultz, 2008: 131). Esasen Beşinci Yüzyıl’a kadar varlığını sürdürebilmiş ise bu Hıristiyanlığı resmen kabul eden Roma’ya Tanrı’nın lütfü sayesinde olmuştur. Roma’nın yıkılmasının nedeni onun Tanrı sevgisi yerine öz-sevgi, kibir üzerine temellenmiş olmasında yatmaktadır. Bu noktada Augustine’in Tanrı’ya ilişkin görüşlerine değinmek yerinde olacaktır, çünkü onun Tanrı anlayışı irade ve insan doğası ile ilgili düşüncelerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Tanrı, Augustine’e göre bir tam varlıktır, diğer varlıklar ise kendi kendilerine yetemedikleri için varlığın sadece bir parçasıdırlar ve kısmen gerçektirler. Tanrı hiçbir zaman tam anlamıyla insanlar tarafından bilinemeyecek olsa da tek bilinebilir olandır. Onun kendini açığa vurma şekli ise doğa ve İncil’dir. Evrenin kendi içinde bir düzeni ve istikrarı yoktur, Tanrı gözetmezse evren bir anda hiçliğe dönüşebilir. Augustine için kötülük, hakiki iyiliğin yokluğudur; iyiliğin ne olduğunun kendisi aracılığıyla daha iyi kavranabileceği bir şeydir ve ona göre en yüksek yaşam biçimi manastır yaşamıdır. İnsanın iyi – kötü olmak arasındaki iradesi Tanrı olmadan tecelli edemez; zira insan Tanrı olmadan ancak kötülüğü ister, kötü olabilir; ancak Tanrı’nın lütfü ile kendini kurtarabilir. Tanrı insanın yüreğine iyilik sevgisi koyduktan sonra insan iradesini kullanabilir. Augustine için Tanrı sevgisi kilit bir noktada bulunur ve iki şehir düşüncesinde de önemli rol oynar.
             Evet, Aziz Augustine’e göre iki tür sevgi vardır: Tanrı sevgisi (love of God) ve öz-sevgi (self-love). Bunlardan ilki doğru olan sevgi türüdür. İnsanlar, sevgilerini, kendileri de dâhil olmak üzere dünyevi, gelip geçici şeyler üzerine değil Tanrı’ya yöneltmelidirler. Bu Tanrı’nın buna ihtiyaç duymasından dolayı değildir. Ama insanın ihtiyaç duymasından dolayıdır. İncil’de belirtildiği gibi insanlar cennette huzur içinde yaşamakta iken yasak meyveyi yiyerek Tanrı’nın emirlerine karşı gelmiş ve dünyada çile çekmek üzere cennetten kovulmuşlardır. Dolayısıyla Tanrı’nın bağışına mazhar olabilmek için insanlar kendilerini Tanrı’ya adamalıdırlar. Augustinus cennet bahçesi düşüncesini siyasal düşüncesinin de temeline koyar.
Yazıyı Beğendiniz mi ? :

Yorum Gönder

Bize Desteğinizi Yorum Yazarak İletebilirsiniz

Son Fırsatlar