Karl Marx ve Yabancılaşma

11 Ağustos 2013 Pazar | yorum

 Karl Marx ve Yabancılaşma
 Karl Marx ve kendine yabancılaşan insan
 Okuyanlar hatırlayacaktır, Frankenstein bir korku romanından çok felsefî bir romandır aslında. Evet, bilim-kurgu sosludur. Ama özü felsefîdir. Sanırım Marx’ın kitabı sevmesinin sebebi de buydu. İki satırda özetleyecek olursak: Romanın kahramanı tabiat bilimleri ve felsefe ile uğraşan bir öğrencidir, Victor Frankenstein. (“Yaratıcının” adıdır bu, canavarın değil). Victor deneyler sonucunda hayat vermenin sırrını keşfeder ve insanı yeniden yaratmak ister. Mezarlardan topladığı ceset parçalarını birleştirir. Fakat netice beklediği gibi olmaz. “Yaratık” canavarlaşır, başta “yaratıcısı” olmak üzere insanlara zarar verir.
 Romanın yazarı Shelley (kadınsal bir sezgiyle?) gelecek felaketler konusunda bizi uyarmaktadır adeta. Bilimsel icadların altında ezilirken hâlâ buna “ilerleme” diyebilen 20ci ve 21ci yüzyılın insanlarını yani: Henüz öğrenci durumundaki insanlık ateşle oynuyor, Tanrı gibi doğaya, insanlığa hükmetmek istiyor. Akıl ile dengelenmeyen bilimsel zekâ/bilgi kontrolden çıkıyor. Ateşi tutan el önünü aydınlatmayı umarken kendini yakıyor…
 Adamımızın dehası işte tam burada! Bilimden korkan, teknoloji ve ekonomi düşmanı günümüz solcularının aksine  tahlil yolunu seçiyor Karl Marx. Neyin tahlili? Parayı, çalışma hayatını, işçi-patron münasebetlerini, endüstriyelleşmeyi, fabrikaları, makineleri… İnsanların bunlarla kurduğu ilişkiyi… Teknolojinin sürekli gelişmesi ve işbölümünün çok ileri bir safhaya varmasının insanî ve ahlâkî neticeleri…:
 “Ölesiye çalışma yalnız terzi atelyelerinde değil, başka binlerce yerde her gün olagelmekte; [...] Örnek olarak demirciyi alalım. Ozanların dedikleri doğruysa, demirciden daha canlı, daha keyifli insan bulunmazmış; sabah erkenden kalkar, gün doğmadan kıvılcımlar saçmaya başlar; yemesi, içmesi, uyuması bile başkasına benzemezmiş. Normal çalışsa, gerçekten de, fizik yönünden en iyi durumda olan insanlardan biri sayılırmış. Ama. biz, onun ardına takılıp, kente ya da kasabaya inelim, bu güçlü adam üzerinde işin ezici ağırlığını ve ülkedeki ölüm oranındaki yerini görelim. Marylebone’da demircilerin yıllık ölüm oranı binde 31′dir, ve bu oran ülkede toplam erkek ölüm oranından binde 11 daha yüksektir. İnsan uğraşının neredeyse içgüdüsel bir kolu olan bu meslek, çalışma alanı olarak hiç de kötü bir yanı olmadığı halde, sırf aşırı-çalışma yüzünden, insanı yiyip bitiren bir iş halini alıyor. Her gün şu kadar sayıda çekiç sallayabilir, şu kadar adım atabilir, şu kadar nefes alabilir, şu kadar iş yapabilir, ve diyelim ortalama elli yıl yaşayabilir; ama, şu kadar fazla çekiç sallamaya, nefes almaya, adım atmaya ve yaşamını dörtte-biri kadar fazla harcamaya zorlanır. Bu çabayı gösterir, sonuçta belli zamanda dörtte-biri kadar fazla iş çıkartır, ama 50 yerine de 37 yaşında ölür.” (Kapital, Cilt 1, Üçüncü Kesim. – Sömürüye Yasal Sınırlar Konulmayan İngiliz Sanayi Kolları)
Bu kısacık paragraf bile Kapital’in eşsiz bir eser olmasını sağlayan bütün faktörlerden örnekler içeriyor aslında. İnsan’dan yola çıkıyor Marx. Demirciyi ele alıyor. Tıpkı başka paragraflarda çiftçiyi, iplikçiyi, dokumacıyı ele aldığı gibi endüstrileşme öncesi ve sonrası mesleklerde yaşanan değişimi irdeliyor.
 Marxçı düşüncenin merkezinde bireyleri yok sayan bir kolektivite ya da halka rağmen halkı yöneten Komünist parti gibi bir güç odağı yok. Merkezde baş harfi büyük yazılmak üzere İnsan var. Çalışmak, üretmek, ürettiği ile karnını doyurmak… Bunlar insan olmanın AYRIL-MAZ birer parçası. Ama endüstrileşme ya da Marx’ın deyimi ile “kapitalist üretim biçimi” bu ayrılmaz’ı ayırıyor. İnsan yabancılaşıyor mesleğine, ürettiklerine… Artık o güçlü  kasları ve şen kahkahasıyla tanınan bir demirci değil, demir-döküm fabrikasına ücret karşılığı saatlerini veren bir emek satıcısı.
 Elbette, teknoloji-insan ilişkisini, endüstrileşmenin insan hayatı üzerindeki etkilerini incelemiş bir çok düşünür vardır. Simondon, Weber, Simmel, Arendt aklıma ilk gelenler. Ama zannediyorum hiç kimse Karl Marx kadar açık, anlaşılır bir dille paylaşamadı bulgularını, tahlillerini. Yukarıdaki paragrafta gördüğünüz gibi istatistiklerle dolu Kapital. Sadece istatistik değil işçilerin hayatıyla ilgili olmak üzere gazete haberleri, mahkeme kararları, çalışma bakanlığı müfettişlerinin raporları, patronlarla yapılan mülakatlar… Yine bu paragraftaki gibi hemen her konuda duruşunu belirliyor Marx. “Sömürü” diyor, “insan ticareti” diyor, “çocuklarını patrona sattılar” diyor, kadınları, çocukları “ölene kadar çalıştırıyorlar” diyor. Kapital’i yazmadan çok önce temellerini attığı ahlâkî duruşuna sadık ve son derecede tutarlı bir biçimde (geçen bölümde anlattığımız) “şeyleştirme” merceği altında inceliyor İşçi-Patron ilişkilerini ve aldanmıyor kolay kolay.
 Yalnız bir noktaya dikkat! “Marx neylerse güzel eyler” diyen marxistlerin yoluna girmeyelim. Unutmayalım ki Marx bile hayatının sonuna doğru “ben marxist değilim” demiştir. Doğuşundan itibaren insanın bütün zenginliğini, karmaşıklığını kucaklamaya çalışmış olan marxçı düşünce ne yazık ki hızla dogmalaşmış ve Marxizm çıkmıştır ortaya. Bunun yanında Marx’ın tahlilleri ne kadar isabetliyse önerdiği çözümler(!) de o kadar eşyanın ve İnsan’ın tabiatından uzak olabilmiştir. Nasip olursa devrim, devlet, burjuva, proletarya  konularını işlerken bu konulara gireceğiz. Son olarak Marx’ın Ekonomist (bazen de mühendis) olMAmasından dolayı kimi tahlillerde ciddi hatalar yaptığını belirtip geçelim şimdilik.
 Yabancılaşmanın bilimsel zemini
Evet, yazımıza başlangıç yaparken andığımız Frankenstein adlı  romanın 1818′de yazılması kesinlikle bir rastlantı değil. Zira 1800′lü yıllar insanlığın Tabiat’ın kıyısından FAZLACA uzaklaştığı, Marxçı ifade ile kendine YABANCILAŞTIĞI bir dönem oldu. Marx henüz bir yaşında bir bebek iken Savannah adlı geminin buhar gücüyle Atlantik okyanusunu geçmesi(1) ister istemez Arendt’in İnsanlık Durumu adlı kitabını getiriyor akla. “İnsanların dünya hapishanesinden kaçışına doğru atılmış bir adım”. Amerikalı bir gazeteciye ait bu cümle ile mevzuya giriyor Hannah Arendt. Söz konusu gazetecinin 1957 yılında uzaya bir uydu fırlatılmasından dolayı duyduğu heyecan göründüğü kadar “masum” değil belki de? Bu cümle Arendt’e bir rus bilginin mezar taşında yazan şu kehaneti düşündürmüş: “insanoğlu sonsuza kadar Dünya’ya çakılı kalmayacaktır”. İnsan uzaya çıkabildiği için dünyadan “kurtuluyor”, beşeriyeti aştığını sanıyor. Aslında teknik sayesinde sekülerleşen bir zihniyet var ortada. Maddî bir maneviyat icad eden modern insan kendi kibiriyle baş başa .
 1950′lerin uzay fantezileri yerine Marx’ın doğduğu 1800′lerde okyanuslar aşan buharlı gemiler süşlüyor düşleri… Ve buharlı trenler, buhar gücüyle işleyen tarım makineleri… Bilimsel buluşlar elbette bu asırda başlamadı. Ve tabi ki buhar gücü dışında bir çok buluş yapıldı. Ama şu “Tabiat’ın kıyısından FAZLA uzaklaşma” meselesini anlamak için buhar makinelerinden istifade etmek gerek. Buhar makineleri icad edilene kadar insan eliyle yapılan mekanik sistemler enerjiyi dışarıdan, çoğunlukla bir nehirden almak zorundaydılar. Meselâ İngiltere’de suyla işleyen dokuma tezgâhları var o yıllarda. Ama Tabiat’ın kaprislerine boyun eğen mühendis ya da iş adamı aslında köylü ile aynı limana demir atmış durumda. Yani nasıl bir tarla ekinlerin büyümesi Tanrı’nın yağdıracağı yağmura bağlı ise enerjisini nehirden alan fabrika da öyle Tanrı’ya muhtaç. Meselâ nehrin sularının alçalması ya da taşması tarım gibi endüstriyi de aksatıyor. Tabiat’a böyle göbekten bağlı olmanın getirdiği acziyet ise mühendisi, iş adamını tevazuya davet ediyor, aç gözlülük edenleri Tabiat frenliyor.
 Ah! O eski güzel günler…Tarlasına yağan yağmura baktıkça yağmurun da bir Sahibi olduğunu hatırlıyordu çiftçi. Sulama motoru ve Sular İdaresi henüz icad olunmamıştı! Bir köylü için ekmeğini, rızkını “veren” Tabiat’ı seyretmek kutsal bir kitabı okumak gibiydi:
 “Rivayet edildiğine göre, Benî İsrail zamanında bir adam, Musa aleyhisselama gelerek:
- Ya Musa! Sen Rabbinle münacaata gidiyorsun. Ona söyle, rızkını bana vermesin! Dedi. Musa aleyhisselam, Allahu Zülcelâl’e münacaatta bulunarak:
 - Ya Rabbi! Onu Sen yarattın. Filan kulunun ne dediğini biliyorsun, dedi. Allahu Zülcelâl buyurdu ki:
- Evet, Ya Musa! Biliyorum. Git ona de ki: ‘Eğer Ben’den başka bir Rab istiyorsa Benim göklerimi ve yerimi terk etsin. Gitsin kendisine başka bir Rab bulsun.’ Ya Musa! Ben rızkımı hiç kimseden, öldüğü güne kadar kesmem, ona söyle!”
 Şu cümleyi sessizce tekrar edin içinizden: “Benim göklerimi ve yerimi TERK etsin“. Kimbilir kaç kişi kapıyı vurup çıkmak istemiştir değil mi? Beşer olmanın acziyetini TERK etmek, tam anlamıyla Tanrı olmak…
 İşte buhar makinelerinin icadıyla bu acziyet bir çoklarında hissinin kaybolduğunu görüyoruz. Demek ki o kadar da dindar değillermiş? Demek ki korkudan tapıyorlarmış?
 Bir miktar kömür ve suyu yanınızda götürmek şartıyla “özgürsünüz”, Tabiat’tan (=Tanrı’dan) kurtuluyorsunuz ilk defa. Ne demek? Kendimizi biraz o dönemin insanlarının yerine koymaya çalışalım. Atımız var. Ama Tanrı’nın yarattığı otu yiyebilirse ilerliyor. Yelkenli kayığımız var. Ama Tanrı’nın yarattığı rüzgâr eserse balık tutmaya gidebiliyoruz… Sonra çarşıdan aldığınız kömürle ilerleyen bir trene biniyorsunuz. Tabi “kömürü kim yarattı?” diye sorulabilir ama araya bir mesafe (= uzaklaşma = yabancılaşma)  giriyor. Para vererek aldığınız bilet “taşıyor” sizi, Tanrı’nın kömürü değil. O biletin parasıyla alınan kömürün üretim koşullarını bilmek zorunda değilsiniz. Hatta bindiğiniz trenin kömürle çalıştığını da bilmek zorunda değilsiniz. Bir başka deyişle “taşıma” denen fayda ile onu gerçekleştiren imkân arasındaki dolaylı ilişki uzadıkça uzuyor: Kömür,  yanma, buhar, dönme,  lokomotif, çekme… Bir Yabancılaşma doğuyor böylece.(2)
 İllâ lokomotifleri, buhar makinelerini düşünmek gerekmez tabi. Geleneksel şekilde ekmek yapan bir fırıncı ile ekmek fabrikasında çalışan bir işçiyi düşünün. Un, su, maya vs doğru oranda karıştıran, yoğuran, bekleyen, pişiren… Ekmek Yapan bir insan, bir usta. Diğer yanda bütün işi gün boyunca kamyondan un çuvallarını boşaltmak olan bir işçi. Hamura dokunmuyor, fırının sıcaklığını, pişmiş ekmeğin kokusunu duymuyor. Bu işçi gururla göğsünü kabartıp “ben ekmek yapıyorum” diyebilir mi?
“Sonunda başardık. İki arkadaş o son ekmeği fırından çıkardığımız günü hiç unutmadık. Evin içini enfes bir koku dolduruyordu. O kadar uğraşmış, o kadar emek vermiştik ki ekmeği tutmaya kıyamıyorduk. Yeni doğmuş bir bebeği kucaklar gibi havluya sardık. Ekmeğin soğumakta olan kabuğu çıt çıt..çıt… diye çok hoş bir ses çıkarıyordu. Kulağımızı yaklaştırıp dinledik ekmeğimizi. Tam kitaplarda tarif edildiği gibiydi. Kabuğun rengi mükemmeldi. Pişmeden önce üzerine un serpip jiletle yardığımız kısımlar şişmiş, kabaran yerlerdeki hava kabarcıkları sertleşmişti.
 Ürkek dokunuşlarla okşadık ekmeği. Arkadaşımın yüzünde adeta şefkât ifadesi vardı. Güzelliğine bakmaya doyamıyorduk. Bebeğine bakan bir anne-baba gibiydik. Kahkahalarla güldük halimize. Gözlerimizden yaş gelmişti. [...]  Soğuduktan sonra birer parça kopardık ve tadına baktık. Tam istediğimiz gibi ekşi bir lezzeti vardı. Daha önce yaptığımız “yenilebilir” ekmekleri ev halkına tattırmaya uğraşırdık. İsterdik ki “çok güzel olmuş” desinler, emeğimizin karşılığını “ötekinin” dudaklarına asmıştık çünkü. Ama bu kez öyle olmadı. Çünkü mutluyduk. Eski ekmeklerin nispî başarısı bizi tatmin ediyordu, “alkış” arıyorduk, “yeniden, yeniden” diyorduk. Ama bu kez farklıydı. Bu kez mutluyduk. muRaDımıza ermiştik. Buğdayın ekilmesinden, sulanmasından, ezilip un edilmesinden bizim “bebeğimize” uzanan gayret ağacı meyvasını vermişti. Ekmek müKeMmeL idi. Biz ekmeği yapmıştık, ekmek bizi terbiye etmişti” (Nefesler)
Yabancılaşmanın fikrî zemini
 Yabancılaşma kavramının mucidi bizim Marx değil aslında. Onu kalıcı biçimde etkilemiş iki isim olan Hegel ve Feuerbach daha önce kullanmışlar bu kavramı. Ama yabancılaşmaya bu derecede merkezî bir rol veren ilk düşünür zannediyorum yine de Marx olmalı. Hatta bu kavramı sadece kullanmakla kalmamış. Onun kapsamını genişletip farklı alanlardaki yabancılaşma ilişkilerini ihata eden “federal” bir üst anlam kazandırmış. Bir başka deyişle meta-Yabancılaşma ya da üst-Yabancılaşma kavramını üretmiş.  Meselâ:
  • İnsan’ın Tabiat’tan uzaklaşması / Tabiat’a (ve kendi tabiatına) yabancılaşması,
  • Çalışanın ürettiği ile arasına mesafe girmesi, Emek’in Ürün’e yabancılaşması,
  • Dinsel kavramların devlet tarafından sömürülmesi, insanların kendi inançlarına yabancılaşması,
  • Toplumsal hayatın devlet baskısı altına girmesi, devlet-halk yabancılaşması,
  • Sermayenin çalışanları ezmesi, insan’ın kendi emeğine yabancılaşması.
 İsterseniz bu meta-Yabancılaşma’nın somut örneklerine bakalım Kapital’den. Marx’ın gerçek hayattan kopmadan bu kadar kaliteli fikir ve kavram üretebilmesini takdir edeceksiniz sanıyorum:
 “Makine, adale gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, adaleleri zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç halini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına sokarak; ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır. Kapitalist hesabına yapılacak zorunlu iş, yalnız çocukların oyun alanlarına elatmakla kalmamış, aile çevresinde bireylerin kendileri için diledikleri gibi harcayabilecekleri zamana ve emeğe de elatmıştır.” (Kapital, Cilt 1, Üçüncü Kesim. Makinenin İşçi Üzerindeki Dolaysız Etkileri, a- Sermayenin Ek Emek-gücüne Elkoyması, Kadınlarla Çocukların Çalıştırılmaları)
Makine konusundaki kullanımdan sonra ticaret alanına uyarlanışına bakalım. Marx burada eski zamanlarda ilkel toplumlardaki iş bölümünü ve ticareti ele alıyor. Bu “doğal” ticaret ile kapitalist düzenin dayattığı ticaretin farklı olduğunu vurguluyor. Satır aralarından sızan “üst-yabancılaşma” kokusuna dikkat:
 Değişim, üretim alanları arasında farklılıklar yaratmaz, yalnızca bu çeşitli şeyler arasında ilişki kurarak, bunları, genişlemiş bir toplumun ortak üretiminin az çok birbirine bağlı dalları haline getirir. Burada toplumsal işbölümü, aslında birbirinden farklı ve bağımsız üretim alanları arasındaki değişimden doğar. Fizyolojik işbölümünün çıkış noktası olduğu durumda ise, birbirine kenetli bir bütünün özel organları; her şeyden önce yabancı topluluklar ile meta alışverişi nedeniyle gevşeyerek koparlar, ve öylesine bağımsız duruma gelirler ki, çeşitli çalışma alanlarını birbirine bağlayan tek bağ, ürünlerin meta olarak birbiriyle değişilmesi olur. Bu durumda, daha önce bağımsız olanın bağımlı duruma gelmesi, diğer durumda ise daha önce bağımlı olanın bağımsızlaşmasıdır.” (Kapital, Cilt 1, Dördüncü Kesim. – Uretimde İşbölümü Ve Toplumda İşbölümü)
Gördüğünüz gibi güçlü bir soyutlama yapıyor Marx, yabancılaşma meselesini tıpkı şeyleştirme gibi düşüncesinin merkezine alıyor. Dinsel alanda ve kendine yabancılaşma konusunda esin kaynaklarının Feuerbach ve Bruno Bauer olduğunu teslim edelim. Araç ve amaçların birbirine karışması, Para’nın adeta tanrılaşması ise Moses Hess’in mirası. Kimi marxçılar ve marxistler yabancılaşma kavramının gençlik dönemine ait olduğunu iddia etseler de kanaatimce Marx bunu ölümüne dek terk etmedi. Zaten geçen bölümde yayınladığımız Kapital’in birinci cildinden alınmış kısa bölümleri okuyarak kendiniz de karar verebilirsiniz.
 Ama bu “yabancılaşma” olgusunun Alman/Avrupalı köklerine bakıp da meseleyi “ötekilerin” ya da 18ci asrın meselesi zannetmeyin. Biraz “içeriden” hissetmeye, yaşamaya çalışın kendi günlük hayatınıza odaklanarak. Geceleri evinizi aydınlatan elektrik ampullerine bakın meselâ.
 Eskiden havanın kararmasına yakın evin yaşlıları gaz lambalarını hazırlarmış. “Şişe” denilen bombeli kısımdaki is lekelerini siler, alttaki hazneye gaz koyarlarmış.  Gaz lambası yanmadığında ise ya gazı bitmiş ya fitili içine düşmüş olduğundan gereken ev halkınca yapılırmış. Eskiden ışık bir “yabancı” değilmiş. Oysa bugün yerini bile bilmediğimiz bir barajda ya da termik santralde üretilen elektrik trafolardan geçerek evimize geliyor. Elektriğin ne olduğunu tarif edebilecek kaç komşunuz var? Bu akşam ışıkların yanacağından emin misiniz? Sigorta  atmazsa ve ampul sağlamsa ve, ve, ve… Teknik karmaşıklığın yanı sıra toplumun organizasyonundan, çalışanların uzmanlaşmasından da kaynaklanan bir YABANCILAŞMA ile karşı karşıyayız. Elektrikle gelen ışık, çıra ya da gaz lambası ışığı kadar “bizim” değil.
 Yabancılaşmanın psikolojik zemini
 Yabancılaşma’nın yaşantımızdaki bütün yansımalarını ele almak kolay değil. Bu sebeple biz de Marx gibi dikkatimizi çalışma, üretme biçimlerimizdeki yabancılaşma üzerine yoğunlaştırmakta fayda görüyoruz. Yani bu yabancılaşmanın çalışan insanlara yaptığı etki üzerine.
 İnsan son derecede karmaşık bir varlık. BEN kimdir? Bunu net olarak bilmiyoruz. “Ben” derken neyi, kimi kasdediyoruz? Derin insan  kitabının Korku Matkabı isimli kısmında izah ettiğimiz gibi « ben » mutlak bir varlık değil. Zihinsel bir inşaat. Her an yapım sürüyor. Ama « ben » aşınıyor hatta bazen yıkılabiliyor. Bunun için de depresyon ve şizofreni  gibi “bozukluklar” mümkün oluyor.
 İnsan BEN’liğinin inşa sürecinin vazgeçilmez ögelerinden biri de çalışmak, ekmeğini kazanmak, “hak” etmek. Toplumun ve Tabiat’ın arz ettiği zorluklara rağmen (ve sayesinde) birisi olmak demek çalışmak:
“Rüyamda bile denizi görüyordum. Gündüz kaçırdığım balıkları gece rüyamda yakalıyordum. Gündüz fırtınada dengemi kaybedip düştüysem gece dimdik ayaktaydım. Gündüz satamadığım balıkları rüyamda satıyordum. Ben denizi ve balıkları “çalıştığım” gibi onlar da beni “çalışıyor” şekillendiriyordu. [...] Her yere kürek çekerek gidiyorduk. Ellerimiz nasır tutmuştu. Bel ve sırt kaslarımız güçlenmişti. Uzaktaki dalgaların arasında atlayan küçücük balıkları bile görebiliyordum. Gözlerim keskinleşiyordu sanki. Dalgalı havalarda ağ atıp çekmek baştan çok zordu çünkü oturmadan, ayakta yapılan bir işti bu. Ama zaman içinde ayak bileklerim ve dizlerim “akıllandı”. En sert havada bile dikkatimi yaptığım işe verebiliyordum zira vücudum “otomatik viteste”  idi rüzgâra ve dalgalara uyum sağlarken. Balıkçılık bedenimi, zekâmı ve hissiyatımı şekillendirmişti. [...] Çalışmak insanın geçimini sağlamanın çok ötesinde bir süreç. O yıllara geri dönüp baktığımda bunu görüyorum. İnsanı şekillendiren, zorlayan, her başarısızlıktan sonra “bir daha asla!” dedirten, içimizde uyuyan enerjileri hayata geçiren…  Çalışmak insana değer katan, kendine saygısını, toplumdaki yerini ve benliğini inşa eden bir süreç.” (Liberalizmin Kara Kitabı, “Liberalizm Çalışan Bireyleri intihara sürükler” isimli bölüm)
Bu örnekte görülebileceği gibi Tabiat’ın arz ettiği zorluklara rağmen çalışmak insana dayanmayı, direnmeyi öğretiyor. Çalışan insan doğadan “kopardığı” bir maddeyi  ve kendi ömründen feda ettiği bir zamanla harmanlıyor. Emek ile ortaya çıkan “ürün” yerde bulunmuş bir taş gibi sıradan bir cisim değil. İnsanın emeğinin kristalleştiği, zamanın, tecrübenin ve becerinin elle tutulur, gözle görülür hale geldiği bir şey. Anlam yüklü her ürün.
 Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda açıkça ifade ettiği gibi üretmek demek sübjektiften objektife geçmek demek (Öznelden nesnele). İnsan-Marangoz’un evlatlarını doyurma arzusu, çok sevdiği babasından öğrendiği mesleği, ormana gidip en uygun ağacı seçtiği uzun yürüyüşler… Bütün bunlar bir Masa-Ürün’de toplanıyor. Marangoz yaptığı masayı sattığında biraz nasırlı ellerini, biraz yorgun gözlerini, biraz ömrünü satıyor müşterisine. Karşılık olarak aldığı para da bir kâğıt parçası değil, mânâ yüklü: “Alın teri, helâl kazanç…”
 Oysa seri üretimle günde yüzlerce masa üreten bir fabrikada vida sıkan bir işçi bütün bu mânâ boyutundan yoksun. O yaşlı marangoz gibi sahip değil ürettiklerine. Baştan itibaren patrona ait bir fabrikada, patrona ait aletlerle, patrona ait malzemeyi işliyor. İşçinin sahip olduğu tek şey maaşı. Bunun için para, maaş, ücret kaybolan sübjektiviteyi, mânâyı sırtlanıyor. Bunun için düşük maaşlı insanlar yüksek gelirli “tabakanın” tükettiği sigaraları, içecekleri, kol saati ve parfümleri satın almak ve kullanmak istiyorlar. Birisi OL-amayanlar sahip OL-mak yolunu tutuyor. Geçim derdi değil “adam” olmak için para kazanmak gerekiyor. Marka fetişizmi kırılan onurları tamir ediyor. Artık yaptığı işten gurur duyan bir usta ve ona güvenen bir müşteri arasındaki insanî ilişki yok. Bunun yerine parasıyla BEN olmaya çalışan insanlar var. Ekmek almak için değil para için para istiyoruz. Yedikçe acıkmamız bundandır. Yine Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda dediği gibi:
 ”Ticaretin motoru insanlık değil bencilliktir. Fizikî duyularımız ve entelektüel yolla oluşan mânâlar yerine bir yabancılaşma var: SAHiP OLMAK [...] Özel mülkiyet bizi o kadar aptal ve dar kafalı yaptı ki bir cisime sahip olmadıkça kullanamıyoruz. “( 1844 Elyazmaları, Savurgan Zenginlik İle Sınai Zenginlik Arasındaki Ayrım, Burjuva Toplumda İşbölümü)
[...]
Bütün bu sonuçlar, şu gerekliliğe tabi bulunurlar: işçi, kendi emeğinin ürünü karşısında, sanki yabancı bir nesne karşısındaymış gibidir. [...] işçi kendi emeği içinde kendini ne kadar DIŞlaştırırsa, kendi karşısında yarattığı YABANCI, NESNEL dünya o kadar güçlü bir duruma gelir; kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur. [...] İşçi, yaşamını nesneye koyar. Ama artık yaşamın o parçası kendisinin değil, nesnenindir. Demek ki bu şekilde çalışma ne kadar artarsa, işçi o kadar nesnesiz (vasıfsız)  hale gelir. O, emeğinin ürünü olan şey değildir. Öyleyse bu ürün ne kadar büyükse, işçi o kadar az kendisidir. İşçinin kendi ürünü içinde YABANCIlaşması, sadece emeğinin bir nesne, DIŞsal bir varoluş durumuna geldiği anlamına gelmez. Aynı zamanda ürün emeğinin kendi DIŞında, ondan kopmuş, ona YABANCI, ve onun karşısında bağımsız bir güç durumuna gelen bir varlık şeklindedir.” (1844 Elyazmaları, Yabancılaşmış Emek)
Tabi burada bir noktaya dikkat etmek gerek. Bu satırları eğer bir modernite eleştirisi olarak okursanız daha çok istifade edebilirsiniz. İnsan tabiatındaki olumsuzlukların, bencilliğin aç gözlülüğün teknoloji ve kapitalizm yoluyla kurumsallaştığını, devlete ve dünya ticaretine hakim olduğunu çok net bir biçimde anlıyoruz Marx’ın kaleminden. Ancak bu felsefî çabayı ciddî biçimde perdeleyen bir etken var: Marx aynı zamanda bir devrimci. Daha sonraki bölümlerde detaylı biçimde gireceğimiz bir konu bu. Ama kısaca söylersek en çok ızdırap çeken sınıfın yani işçilerin devrim yapmasını istiyor. Hatta bu devrim ile kurulacak komünist düzenin kaçınılmaz bir son, insanlık için bir tür olgunlaşma olduğunu düşünüyor. Bunun yanında bizim Marx daha bir çok etken sebebiyle özel olarak Alman burjuvası ve genel olarak burjuva ile kavgalı. Nedir bu sebepler?
  • Kuşaklar boyu haham yetiştirmiş dindar bir Yahudi aileden gelmesi,
  • Ailesinin katlandığı yobaz protestan baskılar,
  • Prusya’da hüküm süren siyasî baskı ve sansür,
  • Fransız ihtilâlinin fikrî sonuçları,
  • Vs.
 Eserlerinde her fırsatta kâh “kapitalist” kâh “burjuva” olarak adlandırdığı zengin ve orta-zengin insanları suçluyor. Ona göre işçiler dışında hemen herkes işçilerin emeğini sömüren parazitlerdir. Tabi öz babasının avukat, kendisinin akademisyen ve gazeteci kimliği, hayatı boyunca çalışıp para kazanMAmış olması sebebiyle Marx’a da “parazit”, burjuva ve/veya rantçı denebilir. Kazanmayan ama para harcamayı seven bir insan bizim Marx. Güzel evlerde oturuyor,  hizmetçi tutuyor, lüks yerlerde tatil yapıyor… Karısı Jenny soylu ve zengin bir ailenin kızı. Arkadaşı, yoldaşı Engels’in ailesi de varlıklı ve Marx için hiç de fena bir şey değil bu!
 Yabancılaşmanın tarihî zemini
 Evet, Marx’ın haklı olduğu noktalara geri dönecek olursak… Batı Avrupalılar 16cı asırdan itibaren evinin yolunu unutan çocuklar gibiler. Bilim ve teknolojide ilerledikçe kendilerinden, özlerinden uzaklaşıyorlar. Bu uzaklaşma ise ne yazık ki günümüze kadar artarak ve dünyaya sirayet ederek sürüyor. Tabiat onların gözünde sahip olunan bir “şey” haline geldi. Korkunç bir kavram karmaşasına balıklama dalıyorlar (dalıyoruz),  kelimelerini kaybediyorlar (kaybediyoruz).
 Meselâ Ölüm ve Hayat aynı bir Hakikat’in iki yüzü değil artık, ölüm çözülmesi gereken bir problem. 16cı asırdaki viraja kötü giren ve peşinden bütün dünyayı sürükleyen Avrupa bugün 21 asırda uçurumun dibinde(yiz). “Değer” denilince çalışkanlık, paylaşma, vefa değil kastedilen, doların japon yeni karşısındaki “değeri” anlaşılıyor. “Mükemmellik” eskiden insanın kendi kusurlarından arınması, fıtratına uygun yaşaması, erdemle donanmasıydı. Avrupa’da da bu böyleydi. Bizdeki insan-ı kâmil gibi “parfait” yani kusursuz denilen Hristiyan din adamları vardı. Oysa bugün mükemmellik kelimesi performansı çağrıştırıyor. Mükemmel bir ev, mükemmel bir iş (yüksek maaş)… Mükemmel bir kadın ise erdemiyle değil 90-60-90 ölçüleriyle ön plana çıkan, insan olmadan önce dişi olan bir kadın.
 Bu bağlamda Marx’ın çalışan insanların “yabancılaşması” konusunda yazdıkları bütün güncelliğini muhafaza ediyor. Meselâ Irak’ta, Afganistan’da binlerce bebek ölürken Tokyo, New York ve Londra borsalarında endekslerin “değerleri” yükseliyor. Peki kim başlattı bu “ilerleme” adlı gerilemeyi?  İnsanlar nasıl YABANCILAŞTILAR kendilerine? Unuttular insanlıklarını? Din, sanat, bilim neden yardım etmedi onlara? Suçlu kim?
  • Cennet’ten tapu satacak kadar dünyevîleşen Vatikan?
  • Hakikat ile Gerçek’i birbirine karıştıracak kadar aklını kaybeden bilim adamları?
  • Sanat’ın varlık sebebi olan NE sorusunu unutup NASIL’da kendini kaybeden boyacı-sanatçılar?
 Sanırım dinciler, bilimciler ve boyacıların hepsi suçlu biraz. Ancak bu “kaybolma” mevzusunu daha önceki yazılarımızda ele aldığımızdan burada ilgili referansları vermekle yetiniyoruz:
Yabancılaşmanın psikolojik zemininde elbette Tabiat’a şekil verme çabası var, aletler, makineler ve fabrikalar yani. İnsan Tabiat’ı “kullanarak” ve ona şekil vererek hayatını devam ettiriyor. En eski yaşam biçimlerinde doğadaki meyveleri toplamak, hayvanları avlamak suretiyle yapılıyordu bu. Sonra insan zekâsını “kullanarak” aletler yaptı.
 Bir ucu beşerî, diğer ucu Tabiat’ın zorluklarına dönük Tabiat parçacıklarıydı bu aletler. Tabiat ile arasına kısa bir “mesafe” koydu insan alet kullanarak. Baltanın sapı ele göreydi, keskin yeri ise tabiatı dönüştürmek içindi. Maşanın sapı tutmak içindi, diğer ucu ise “tutulmaz” ateşe göreydi… Aletler ve makineler eskinin imkânsızlarını mümkün kıldı. Daha uzağa, hızlı gitmenin, hatta uçmanın yollarını keşfetti insan.
 Buhar makinesinin icadından itibaren doğaya olan bağımlılık gözle görünür olmaktan çıktı. O kısa mesafe büyüdükçe büyüdü. İnsan ekmeğini çıkardığı Tabiat’ı artık alınıp satılabilen bir mal gibi görüyor. Uzaya gidebilen, nükleer silahlarla şehirleri haritadan silebilen bir insan var şimdi. Hatta hayvanların, bitkilerin ve insanların genetik kodlarıyla “oynayabilen” bir insan.
 Dünya ölçeğinde düşünecek olursak insan kendi gözünde kısmen “tanrılaştı”. Dünyadaki hayatı yok edebilir, uyduları ve internetiyle herşeyi görebilir, borsalarıyla herşeye sahip olabilir… Ama dedik ya bu tanrılaşma sadece “kısmen” gerçekleşti. Tanrısal adaletten, tanrısal iyilik ve merhametten eser yok. Bunun için daha hızlı ve daha ucuza üretiyor ama üretileni adilce paylaşmanın yollarını bulamıyor.
 Belki de işçinin mesleğine, vatandaşın devlete yabancılaşması / uzaklaşması bir gölgeler ve yansımalar manzumesinden ibaret? Belki de daha “derin” bir kırılmanın, yırtılmanın yüzeyden hissedilen neticeleri? Zihinlerimizde Hakikat ve Gerçek’in birbirine karışmasından dolayı yaşadığımız dünyayı, bedenlerimizi, “ötekileri” anlamlandıramıyoruz… Kim bilir?
Yazıyı Beğendiniz mi ? :

Yorum Gönder

Bize Desteğinizi Yorum Yazarak İletebilirsiniz

Son Fırsatlar