Mezopotamya Mitolojisi ve Kürtler |
%90'a varan indirimler Markafoni'de. Gün bitmeden fırsatları yakalayın!
“Herşeyden önce kelâm vardı”
hakikati ve ardından ilk kelâm sahibinin harekete geçirdiği isimler-fikirler…
Yaradılışa mahsus; her şey zıddıyla kaim… Âdem’e öğretilen isimler, bu bâbtan.
Ve her fikir, zıddıyla hareket hâlinde… İlk seslendirilen fikir, kesinlikle
doğru olan veya ilk bilinen fikir, tartışmasız mutlak hakikat olan… Aksi, İBDA’dan
öğrendiğimiz veçhile, “doğrudüşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı” için upuzun
hareketsizlik demek. Düşünce faaliyeti hareket demek olduğuna göre, ilk hareket
de ancak “ilk doğru” ile mümkün. Sonrası, kimi zaman onun zıddı ve tahrif
edilmişi olarak, sayısız ve sonsuz. Basit deyişle; doğru bir tane, yanlışlar
sayısız. O hâlde iki ana kol hâlinde bir akış sözkonusu. Bir pınardan pırıl
pırıl ve tatlımı tatlı mutlak fikir damlaları çağlarken, diğer pınardan irin ve
ateş damlaları sel gibi gelmekte.
Fikir, tecelli mekânı arar ve her
hâlükârda görünmek ister. Mutlak Fikrin tahrifi veya taklidi neticesi ortaya
çıkan ve bir zaman sonra, tersinden bağlı olduğu hakikatten ayrı olduğu hissi
veren fikirler, kendi içlerinde sürekli başıboş bir arayış ve hareket içinde. Hâl
böyle olunca, mit, efsâne, bâtıl din, münkir ifade ediş vs. her biri, “mutlak
hakikat”ten sonra. Yâni “mitoloji” dinden sonra, “efsâne” dinden sonra, “çok
tanrıcılık” tek ilahın varlığını bildikten sonra…
Bir misâl; çirkin, “güzel”den sonra.
Güzel var ki ona nisbetle çirkin zemin bulmuş. Neye göre çirkin? GÜZEL’e göre!
Demek ki “güzel nedir” biliyorsun.
Bu mânâ çerçevesinde, mitoloji;
bir takım din büyüklerinin, hakiki fikir kahramanlarının ve tarihî role sahib
kişi ve fikirlerin çatışmaları ve karşılaşmalarının hikâye edilerek anlatıla
anlatıla, zamanla abartılıp aslından saptırılarak “mitos” denilen efsânelere
dönüşmesinden ibaret bir bakıma. Buna elbette sembol, süs veya his plânında
“kadın-erkek” aşk hikâyeleri ve sayısız yanlış sahibinin birbirlerine karşı
gösterdiği kahramanlık gösterileri de dahil olsa gerek.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Esatir ve Mitoloji adlı eserinde (s.
497) deyişiyle:
- «Ne yönden nitelersen nitele
-
“öğreten
çevre olmasa - öğrenemezdik!”
çevre - ister şu bildiğimiz
gündeki
ister ilk insana gerekli kelime
başlangıç nakildir düşüncede
bunun böyle olduğu görülür
mitoloji serüveninde bile:
- “en soylu anlamıyla gerçek bir
MİT
hiçbir zaman uydurulmamış
aktarıla gelmiş bir MİT’tir…»
İnsanoğlu, Mutlak Fikir
istikametinde kendini bu işe adayan “seçilmişler” kadar; istikametini kaybetmiş
fakat Mutlak Fikir’den kırıntıları, kendi tahrifatı ve keşfi sonucu elde ettiği
fikirlerle harmanlayan idrâksizlerin yüzyıllara varan tekliflerine, davetlerine
de muhatab olmuştur. Herbir nesnenin hakikati ilk çağlarda bedahet hâlinde açık
ve netken, insan neslinin çoğalmasıyla ve yine insanoğlunun eşyaya ve tabiata
hakimiyeti arttıkça, “inançlarını nesneleştirmiş” ve tek ilah inancından sapmış
farklı topluluklar ortaya çıkmıştır. Onlar, kimi zaman bir Peygamberin başından
geçenleri efsâneleştirip mitosa çevirmiş, kimi zaman büyük velîlerin, kimi
zaman da hakiki kahramanların… Kimi zaman ise Nemrut gibi, firavunlar gibi
zalimlerin, meşhur fahişelerin ve ulaşılmaz kıldıkları kralların hayatını
mitoslaştırmışlar.
Ve dahi insanın, âlemin,
yeryüzünün yaradılışı yahud varoluşu da büyük bir merak konusuydu. Yeryüzünde hayatını
sürdüren sayısız insan toplulukları vardı ve bu problemi çözmek en büyük
arzuları idi. İlk insandan itibaren fikrî çalışmalar, “bütün fikir”den
hareketle mevcudtu. İlim tekti. Ne var ki, keşfedilenler ve detaylar üzerinde
bilgiler arttıkça, ilim farklı dallar ve kollar hâlinde görünmeye başladı. Birçok
insan yaradılışa ve âlemin varoluşuna dair başlangıçta sahih bilgilere sahibken,
dinlerden öğrenilenler birkaç nesil sonra tahrif edilmeye, değiştirilip kendince
tamamlanarak bir takım efsânelere dönüştürülmeye başlandı.
%90'a varan indirimler Markafoni'de. Gün bitmeden fırsatları yakalayın!
Bilim dilinde ‘‘mitos’’ denen bu efsâneler,
tanrıların, kâinatın, insanın yaradılışını anlatmakla kalmaz; günahları, ölüm
ve ölümsüzlüğü, cinsî hayatın kurallarını, cennet ve cehenneme âit görüşleri, Âdem’in
cennetten kovuluşunu, tanrıların olağanüstülüklerini, kutsallıklarını ve kahramanlıklarını
da açıklar. Efsâneyi masaldan ayıran nitelik, onun bir inanış konusu olmasıdır.
Mitolojide farklı bir hayat tarzı ve hasreti vardır ve her milletin kendi ruh
yapısına uydurup dönüştürdüğü, sonrasında sahiblendiği efsâneler sözkonusudur.
Bu hayat, sembolik anlatımlı, oldukça abartılı, sihirli, büyüleyici ve
etkileyicidir.
MYTOS VE MYTOLOGİA
- «Eski Yunan dilinde söz
kavramını vermek için bir değil, üç kelime vardır: Biri "mythos”, öbürü
"epos”, üçüncüsü “logos”. Mythos söylenen veya duyulan sözdür, masal, hikâye,
efsâne anlamına gelir. Ama mythos’a pek güven olmaz, çünkü insanlar
gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanlarla süslerler. Bu yüzdendir
ki Herodot gibi bir tarihçi mythos’a tarih değeri olmayan güvenilmez söylenti
der, Platon gibi bir filozof da mythos’u gerçeklerle ilişkisiz, uydurma, boş ve
gülünç bir masal diye tanımlar. Epos daha değişik bir anlam taşır: Belli bir
düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür, epos insana tanrı armağanıdır,
güzelim süslü sözleri bir araya getirerek büyüler dinleyicilerini bir şair. Bir
de logos vardır. Onun sözcülüğünü başta Herakleitos olmak üzere İonya
düşünürleri eski deyimiyle “physiologoi”, yâni tabiat bilginleri yapmıştır.
Onlara göre logos gerçeğin insan sözüyle dile gelmesidir. Logos bir kanunî
düzeni yansıtır, insanın bedeninde ve ruhunda bir logos bulunduğu gibi, kâinatın
ve tabiatın da logos’u vardır.» (Mitoloji
Sözlüğü)
Son 150 yıllık zaman diliminde,
İslâm âleminin zihninin işgal edilmesi ve tarih şuurunun tahrif edilmesi
neticesi, mitoloji deyince başta Yunan-Roma Mitolojisi gelmektedir. Oysa Doğu
Mitolojisi diye adlandırılan Çin ve Hind Mitolojileri, Rus ve Fars Mitolojileri,
hepsinden öte Mısır, Anadolu ve Mezopotamya Mitolojileri -bir kısmı Yunan’dan
önce olmak üzere ve Yunan Mitolojisini etkilemek bakımından- öncedirler. Yunan Mitolojisi,
Mısır, Anadolu ve Sami dünyalarının mitoslarıyla, kendi Hind-Avrupa mitosları
arasında bir terkibe (senteze) ulaşmıştır. Kaldı ki Yunan mitolojisi dahi,
“Akdeniz çevresi efsâneler topluluğu” diye adlandırılan zengin bir sofranın
ürünüdür. Azra Erhat da Mitoloji Sözlüğü
adlı eserinde buna şöyle temas eder: “Bunu Yunanistan ve Roma’ya mâl etmemiz,
bu efsânelerin Yunanistan ve Roma uyruklu yazarların kalemiyle Yunanca ve
Latince olarak yazılmış olmasından ileri gelir. Oysa bu efsânelerin çıkış yeri ne
Yunanistan’dır ne de İtalya; Anadolu’dur, Girit’tir, Mezopotamya’dır, Fenike,
Mısır’dır yahud bütün bu yerlerdeki sözlü geleneklerin karışımından ortaya
çıkmış bir bütündür.”
İSLÂM VE MİTOLOJİ
Mitoloji, her “semavî” dini tehdit
eden, insan zihnini ve hayâl gücünü iflas ettiren, bünyesi hastalıklı
insanların inanç kaynağı hükmünde zaman zaman işi rezalete kadar götüren efsâneler
zinciri. Yunan Mitolojisi çerçevesinde, çoluklu-çocuklu, yiyen-içen, her türlü
fuhşiyât ve zevke gırtlağına kadar batmış, kimi homoseksüel, kimi lezbiyen,
kimi ensest olmak üzere tanrılarla dolu, paganizmin zirve noktasında bir dini
andırır şekilde antropomorfik (beşer özellikli) ve antropopatik (beşer
ihtiraslı) bir inanç inşâ etmişlerdir. Elbette bu rezalete, mücerred fikir
mimarlarından Platon benzeri filozoflar isyan eder gibi itiraz etmişlerdir.
Platon, mitolojiyi iyice azdıran tragedya yazarlarını bu rezâletten bir
numaralı sorumlu tutmuş ve sonunda daha da ileri giderek san’atın her türlüsünü
tehlikeli ve zararlı addetmiştir.
Mitoloji Hıristiyanlığın ve
Yahudiliğin içine sızmış ve onları çürütmüştür; İslâm’a da sızmaya kalkışmış
ancak İslâm dünyasının yetiştirdiği Ehli Sünnet ve’l Cemaat âlimleri ve bin yılın
yenileyicisi hükmünde İmam-ı Rabbanî Hazretleri, hattâ İmam-ı Gazalî gibi
tecrid noktasının sınırlarında gezen âlimler sayesinde ana kaynağa inememiş,
avâm tabakasında kalmış, daha öteye gidememiştir.
Burada Mitoloji’yi, toplayıcı ve
terkib edici şu ifadeyle bir hükme bağlayabiliriz. O diyor; “İyiveya kötü olarak nitelemeksizin veya nitelemeden önce, ruhun tezahürü ve
delili hâlinde bütün insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir yumağı andıran
MİTOLOJİ, bu görünüşü ile dişi bir ilim olan psikolojinin, adeta en genel ifâdesidir…
Şeriat, zahiri akıl-ruhtur, tarikat ise bâtınî Şeriat; dolayısıyla İslâm’da
YAPMA’yı gösteren RUHÎ oluş ve işler, hiçbir şekilde mitoloji verileri ile
ayniyet içine girmezler. Mitoloji, DOĞRU YOL’un gösterilmesinde sadece toprak
seviyeli bir vesile rolü oynar; yer yer BERZAH’ın bu âleme âit görünüşünde bile
ki, TEVHİD’e zıddından işaret ederek.”(Esatir
ve Mitoloji, arka kapak)
MEZOPOTAMYA MİTOLOJİSİ
Mezopotamya, Dicle demek, Fırat
demek… İlklerin beşiği, âşıkların dergahı, kahramanların destanı demek. Büyük Med
imparatorluğunun muhteşem kenti, Dehhak’ın, Cemşid’in, Feridun’un iktidar
mücadelelerine şâhid olmuş Ninowa diyarı... Gılgameş’in, Rustemé Zal’ın,
Selahaddin Eyyubî’nin, Camî’nin, Melayé Cizirî’nin, Xanî’nin, Şirazî ve Fırdevsî’nin
kutsal vatanı…
Suyun çelikle buluştuğu, ateşin demiri erittiği rengârenk
coğrafyası, sapsarı güneşi, kıpkırmızı toprağı ve Babil’den kalma asma
bahçeleri, Ester ve Serpanita’nın dillere destan endamların düştüğü yer ve
bağrından nice serdarlar, hanlar, evliyalar ve sultanlar doğmuş, şairlerin,
bilginlerin diyarı…
Tahrif edilmiş Tevrat’ta, hayatın Hazreti Âdem ve
Hazreti Havva ile beraber Dicle–Fırat arasında başladığına dair ifadeler -doğru
veya yanlış- olağanüstü bir keyfiyet katmaktadır Mezopotamya’ya. Diğer yandan
Nûh Tufanı’nın bu topraklarda başladığı ve Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm)
dünyayı bu coğrafyadan başlayarak yeniden kurduğu anlatıla gelmektedir. Yine Hazreti
İbrahim, Hazreti Eyyûb burada yaşamış, Arab Yarımadası´ndan sonra İslâm´a giren
ilk coğrafya burası olmuştur.
Yunanlılar’ın "Mezopotamya",
Arablar’ın "el-Cezîre",
İslâm tarihçi ve coğrafyacılarının "Beyne’n-Nehreyn",
Kürt şâir ve edebiyatçılarının "Gülistan",
Şerefhan’ın "cînlerin yurdu",
Tevrat’ın "yeryüzünde hayatın
başladığı yer" dediği bu coğrafya, bu iki nehir arası, medeniyetin ve kültürün
beşiğidir. İlklerin vukû bulduğu nâdide bir yerdir.
Etimolojik olarak Yunanca kaynaklı
bir isim olan Mezopotamya; ilk mabed, ilk yazı, ilk aritmetik, tıb, ticaret,
dış ilişkiler, diplomasi, barış antlaşması, ilk türkü, ilk heykel, ilk mutfak,
ilk tiyatro, ilk astroloji gibi hep ilklere sahne olmuş bir bölgedir. Mezopotamya, Yunanca "iki
nehir arasındaki ülke" anlamına gelmektedir. Arablar buna benzer
bir ifade kullanır ve buraya "el-Cezîre"
derler. Bu kelimenin anlamı "yarımada"
olup, iki nehir (Dicle–Fırat) ile çevrelenmiş olan coğrafya bir "ada"
görüntüsü aldığı için böyle adlandırılmıştır. Arablar, Yukarı Mezopotamya’ya "Cezîre’tul-Kûrdî" (Kürt Cezîresi),
Aşağı Mezopotamya’ya ise "Cezîre’tul-Arabî"
(Arab Cezîresi) derler.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji adlı eserinde (s. 589-590) Mezopotamya ismiyle
ilgili şu tesbitlerde bulunur:
- «Mezopotamya’nın kadın olarak
kişileştirilmiş şekli
Mesopotamia - bir Aphrodite rahibinin kızı
ve Euphrates ile Tigris’in
yâni FIRAT ve DİCLE’nin
kızkardeşi olduğu
doğduğunda güzellik İlâhesi Aphrodite
ona olağanüstü bir güzellik bahşetti
üç delikanlı MESOPOTAMİA ile
evlenmek istedi - bunun üzerine
dürüstlüğüyle maruf Bakharos’un hakemliği
Mesopotamia - delikanlılardan birincisine bir kupa
ikincisine başındaki tacı
üçüncüsüne gelince - öpücük
Bakharos anladı ki onun gönlü
üçüncüsünde - onun lehine karar
ama delikanlılar buna razı değil
bunun üzerine vuruştular
oldular üç ölü
ve MESOPOTAMİA bâkire kaldı!»
Mezopotamya mitolojisi, Sümer
temelli olmakla beraber, Mezopotamya’nın aldığı sürekli ve yoğun göç ile birçok
farklı kavmin inanç ve kültüründen etkilenmiştir. Kendinden sonra gelen birçok
millet ve büyük toplulukları da terkibî anlamda zenginleştirdiği bu muhteşem
sofrada beslemiştir. Mezopotamya ve
İran’da kurulan Türk, Arab, Acem, Kürt, Ermeni ve Asuri gibi devletlerin-milletlerin
izlerini taşıyan karmaşık bir kültürel yapılanma, zengin bir hayâl iklimi
meydana getirmiştir. Bu milletlerden bir çoğu -kimi yerli halk olarak kimi
sonradan göçerek- Mezopotamya’nın geneline mahsus bu birikimi kendine mahsus
bilmiş, sahiblenmiş ve kendi diline taşıyarak kültür mirası olarak yüceltmiş,
kıymet vermiştir. Yaradılış, tufan hadisesi, çok tanrıcılık, ateş, güneş ay vb
varlıkların kudsiyeti neredeyse bütün mitolojilerde benzer anlatımlara sahibtir.
Bunları yeri geldiğince izah edeceğiz.
Mezopotamya, göç yollarının üzerinde olması,
topraklarının verimli olması, ikliminin elverişli olması, ırmaklarından
sulamada yararlanılması gibi sebeblerle, tarihî dönemlerin başından itibaren birçok
medeniyetlere sahne olmuştur. Birçok kavme ev sahibliği yapmasına
rağmen, göç eden toplulukların çoğu var olan Mezopotamya kültürünü benimsemiş,
ayrı bir kültür veya dil olarak barınamamıştır. Bu sebeble bölgede yaşayan
milletlerin, kavimlerin mitolojik kültürleri neredeyse birbirinin aynı denecek
derecede anlatımlara sahibtir. Hattâ aynı efsâne, isimler bile değişmeden
farklı bir kavimden duyulabilmektedir. Bölge taş bakımından fakir olduğundan,
günümüze az sayıda eser bırakmıştır. Ama yazı geliştiği için, edebî eserler de
gelişmiştir. Mezopotamya mitolojisi,
Mezopotamya’daki başlıca antik din ve mitolojileri olan Sümer, Akad, Asur,
Babil, Aramiler (Süryaniler) ve kısmen İran ve Kürdistan inançlarının bütününe
verilen isimdir.
SÜMERLER
Sümer şehri, Mezopotamya’nın güney
ucunda, Dicle ve Fırat nehirleri arasında, sonradan Babil olmuş, günümüzde de
Irak’ın Bağdat şehrinden Basra Körfezi’ne kadar olan bölgede idi. Sümer şehri,
Sümerlilerden önce yaşamış ve Sümerce konuşmayan ve Sami olmayan bir kavim
tarafından, günümüzdeki deyişiyle Proto-Fıratlılar yahud Ubaidliler tarafından
kurulmuştur. Ubaidlilerin bölgeye yerleşmesinden sonra çeşitli Sami kavimleri
de aynı bölgeye yerleşmiş, kültürlerini Ubaidlilerinki ile karıştırarak
Sümerliler öncesi yüksek bir medeniyet meydana getirmişlerdir.
Salih Mirzabeyoğlu’nun ufkumuzu
aydınlatan Esatir ve Mitoloji adlı
eserinden (s. 582) takible:
- «SÜMER - orijinal ismi SİNEAR
mânâsı- ŞİMDİKİ demek
Sinear - SİN ve EAR
Sin - Hurrice’de İKİ demek
Ea - Kürtçe AV - yâni SU
Er – Kürtçe’de YER - Türkçe’de
KİŞİ
Sinear - İKİ SU YERİ»
Dünyanın bilinen ilk medeniyetlerinden
olan Sümerler, M.Ö. 4. binde Mezopotamya’ya gelmiş ve M.Ö. 3. binde ilk şehir
devletlerini (siteleri) kurmuşlardır. Sitelerin başında Patesi adı verilen ve
aynı zamanda rahib olan krallar bulunurdu. Bilinen en önemli siteleri Ur, Uruk,
Lagaş, Eridu, Umma ve Kaş idi. Başkenti Ur olan Sümerlilerin hâkimiyetine M.Ö.
2200 yıllarında Elamlılar tarafından son verildi. İlk defa yazıyı (çivi
yazısını) kullanarak tarihî çağları başlatan Sümerler, Kralları Urukagina
tarafından da ilk yazılı kanunları yapmışlardır. Dört işlemi kullanmışlar,
sayıları bulmuşlar ve çemberi 360 dereceye bölmüşlerdir. Çarpma ve bölme
cetvellerini hazırlamışlar, aritmetik ve geometrinin temelini atmışlardır.
Bilinen anlamda ilk kez ay ve güneş tutulmalarını hesablamışlar, ay takvimini
kullanmış, burçları bulmuş, gece ve gündüzü 12’şer saatlik iki kısma ayırmış ve
yılı da 12 aya bölmüşlerdir. İlk tarihî âbide olan Akbabalar dikilitaşı bu
dönemden kalmıştır.
Batı medeniyetleri topluluğu, asıl
kaynağını, M.Ö 5. yahud 4. binin Mezopotamya’sının verimli topraklarında, ilk
medeniyet merkezini kurup kendilerine yurt yapmış olan Sümerlilerin ülkesinde
bulmuştur. Konar-göçerlikten, yerleşerek tarımla, zanaatla uğraşan, üreten,
ticaret yapan bu insanların toplum yapısı karmaşıklaşırken, bölgede bu filizlenen
tutum yepyeni bir dönem olarak tarihe damgasını basmıştır. Sümerlilere mahsus
mitoloji, kendilerinden sonra Mezopotamya üzerinde bulunmuş bütün
medeniyetlere, milletlere doğrudan tesir etmiştir. Buna Kürtler de, Arablar da,
İranlılar da dahildir. Kürt Mitolojisi, Arab Mitolojisi, İran Mitolojisi
dediğimizde, Mezopotamya’nın ortak hafızasından herkesin bir parçaya talib olup
sahiblendiğini, kendi diline ve hakikatine dönüştürdüğünü görmekteyiz. Buna
medeniyetlerin birbiriyle kültür alışverişi–etkileşimi dışında bir anlam
yüklenemez ve yine bu durum milletlerin mitolojilerini inkâr değil,
medeniyetlerin “birlik” düzeninde aslında İBDA’nın “peygamberler olmasa
medeniyet olmazdı” tezindeki hakikate çekilmesidir.
Sümerlilerin en önemli edebî
başarısı Gılgamış Destanı, benzerleri gibi ilkin sözlü gelenek hâlinde iken,
M.Ö. 3. binde yazının bulunmasıyla da tarihin en eski yazılı edebiyat başarısı
olduğunun izlerini, bize ilk kez Asurbanipal’ın kütübhanesinin öreninden
1875’te çıkarılan levhalarla göstermiştir.
İlkçağ Akdeniz medeniyetlerini
derinden, Eskiçağ Ege medeniyetini de dolaylı olarak etkilemiş olan sözkonusu
destan, Sümer şehir devletlerinden Uruk hükümdarı Gılgamış’ın halkının yararına
devlere (kötülüklere) ve ölümlülüğe verdiği çetin mücadelenin hikâyesidir. Onun
en belirgin farkı, kâinatın ve insanlığın doğuşu gibi son derece mücerred ve
genel konulardan çok, sonluluk yahud ölüm olayıyla karşı karşıya kalan insan ferdinin
güçsüzlüğü ile açmazını; bunun insanda doğurduğu birçok çeşitten duygu durumlarını
çarpıcı biçimde işlemesidir. Hakkında söylenenler çoğu bu çerçevededir. Biraz
daha yakından bakalım.
GILGAMIŞ DESTANI
Gılgamış (Gilgameş),
Mezopotamya`da yaşayıp hüküm sürdüğüne inanılan efsânevî Uruk kralının adı
olup, Eski Çağ Mezopotamya edebiyatının en iyi bilinen eserlerinden Gılgamış
Destanı`nın baş kahramanıdır. Destanın daha eski olan Sümerce metinlerinde adı
Bilgameš olarak geçer. Üçüncü Ur Hanedanı (yaklaşık M.Ö. 2100-2000) zamanına âit
Sümerce metinlerde Gılgamış birbirinden ayrı birkaç hikâyenin kahramanı olarak
görülürken, Eski Babil dönemi (yaklaşık M.Ö. 1900-1600) ve sonrasında bu
metinler bir araya getirilerek günümüzde daha yaygın olarak bilinen Gılgamış
Destanı oluşturulmuştur. Bu destanda Gılgamış’ın anne ve babası tanrıça Ninsun
ve bir diğer efsânevî Uruk kralı Lugalbanda’dır. Dolayısıyla Gılgamış yarı
tanrıdır ve insanüstü bir güce sahibtir. Güçlü Gılgamış Uruk kenti erkeklerinin
de kendisi gibi soluksuz çalışmasını isteyince, kentin kadınları, erkekleri
kendilerine vakit ayırabilsin diye tanrıça Aruru`ya ve diğer tanrılara yakarır
ve onlar da Gılgamış’a rakib olacak ve onu oyalayacak vahşi ve güçlü Enkidu`yu
yaratırlar. Gılgamış Enkidu ile arkadaş olur ve birlikte maceralara atılır,
ancak Enkidu bir gün ölür. Enkidu`nun ölümü Gılgamış`ı tam anlamıyla yıkmıştır
ve kendinin de yarı insan olması sebebiyle bir gün öleceğini düşünerek
ölümsüzlüğü aramaya koyulur. Onu asıl meşhur eden de bu ölümsüzlük arayışıdır
ki, denizin dibinden ölümsüzlük otunu çıkarmasının ardından gelen türlü maceralardan
sonra destanın sonunda, gerçek ölümsüzlüğün, adının gelecek kuşaklar tarafından
anılması olduğunu anlayacaktır.
Me-Turan’da (Tell Haddad höyüğü)
bulunan Sümerce bir tablet Gılgamış’ın ölümünü anlatır. Tanrılar tarafından
ölümsüzlük isteği reddedilen Gılgamış öldüğünde, Uruk halkı geçici olarak Fırat
nehrinin yatağını değiştirip, ölen krallarını nehir yatağına inşâ edilen bir
mezara gömerler.
Gılgamış’ın tarihî bir karakter
olup olmadığı hâlen tartışma konusudur. Gılgamış ismi Sümer Kral Listesi’nde tufan
sonrası dönemde Uruk şehrinin beşinci kralı olarak görülür ve 126 yıl hüküm
sürdüğü yazılıdır. Ayrıca Gılgamış öncesindeki kralların hüküm süreleri de
binlerce yıl gibi fantastik rakamlardır. Uzmanlar arasındaki genel kanaat,
Sümer Kral Listesi’nin Üçüncü Ur Hanedanı zamanında (yaklaşık M.Ö. 2100-2000)
yazıldığıdır ve henüz bundan önceki dönemlere âit dokümanlarda Gılgamış ismine
rastlanmamıştır.
SÜMER TANRILARI
Anu, büyük gökyüzü tanrısıdır.
Enlil (Bel), fırtına tanrısıdır; insanlara iyilik ve kötülükleri gönderir.
Adad, fırtına ve yağmur; Ea, tatlı su; Ab-zu (Apsu), bilgi ve kehanet
tanrısıdır. Abu’yla Dumuzi (Temmuz), bitki bereketi tanrıları; İştar (İnanna),
Merih yıldızı, savaş, sevgisi her zaman felakete sebeb olan aşk ve bereket
tanrıçası; Ninurta (Ningirsu), Orion yıldızı, ilkin bereket, sonra elinde topuz
olan savaş ve av tanrısıdır. Sümer tanrıları, insan biçiminde olup başlarına
çok sıra boynuzlu kutsal taçlar ve üstlerine hayvan postuna benzer püsküllü
elbiseler giyerler. En eski Sümer efsâneleri kâinatın yaradılışı, yaşlı
tanrılarla gençlerin savaşı; tabiatın her ilkbaharda canlanıp, kış mevsiminde
uykuya dalmasını sembolize eden "Temmuz’un ölümü" ve onu geri
getirmek isteyen İştar’ın Cehennem’de hapsedilmesi ve sonra birlikte dünyaya
dönüşleri mitoslarından oluşur.
ENLİL; Sümer
Panteonu’nun başı, yâni tüm Sümer tanrılarının babası ve kralı, hava tanrısı Enlil (Ellil)’dir. Enlil kelimesi,
bahsi geçen tabletlerin yazarı Ludingirra’ya göre,
soluk, hava, nefes, “Havanın Beyi” gibi anlamlara geliyor.
Sümerler yeri ve göğü onun yarattığına inanırlardı.
AN ve Kİ...
Sümerlerin inancına göre, çok eskiden (daha yer ve gök yok iken) her yer
dipsiz, uçsuz bucaksız bir denizdi. Sümerler’de bu deniz, tanrıça Nammu’nun
şahsında kişileştirilir. Bir gün bu deniz, yâni kişi kimliğiyle tanrıça Nammu,
koskoca bir dağ doğurur.
Bunu gören “Yüce
Enlil”, hemen o dağı ikiye ayırır. Böylece ikiye bölünen bu
dağın altı yeryüzü, üstü de gök
olur. Yeryüzüne yer anlamına gelen Ki, göğe de gök
anlamına gelen An adı
verilir. Sümer mitolojisindeki tanrıça Ki ve tanrı An,
Yer ve Gök’ün (Cennet)
kişileştirilmiş sembolleridir. Göğü tanrı AN alır,
yeryüzü ise tanrıça Kİ ile Enlil’in
payına düşer. Ki, yeryüzünün toprağı taşı; Enlil
ise, havası, soluğu ve nefesidir diyen Ludingirra, bu
yüzden hayatın Enlil’siz var olamayacağına işaret
eder.
Her kentin
bir tanrı tarafından kurulduğuna ve onun koruması altında olduğuna inanılan Sümer’de,
Enlil, Nippur kentiyle
ilişkilendirilir. Bu kentin kurucusu ve tanrısı odur. Onun evi de (tanrıların
evlerine tapınak denir) bu kentteki Ekur
Tapınağı’dır.
Enlil, bu
tapınakta yaşar. Sümer Tanrılar Meclisi kendi toplantılarını bu tapınakta ve
Enlil’in başkanlığında yapar. Tanrıların toplandığı ve kararların alındığı yer
burasıdır. Yerin ve göğün yaratıcısı olarak görülen Enlil, diğer tanrılara
burada emirler ve görevler verir, Sümer’i buradan denetler. Uzak yakın pek çok
ülkeden hediye adı altında toplanan haraç bu tapınağa getirilir. Enlil,
Bel (Lord, Efendi) unvanı taşırdı. Bir yoruma göre ünlü Tufan’ı
bir ceza olarak kararlaştıran Enlil’dir.
SİN; Ay
tanrısıdır. Güneş tanrısı ŞAMAŞ ve Merih yıldızı İŞTAR onun çocuklarıydı. Zira
ışığın geceden çıktığı kabul edilirdi. Sin, Ur şehrinde Nannar adını alır ve
uzun lacivert taşından sakallı bir ihtiyar olarak temsil edilirdi. Her akşam
sandalına biner ve ay şeklinde insanlara görünürdü. Tam yuvarlak göründüğünde
ona tanrının tacı denilirdi.
Sin, karanlıkta ışık verdiği için
kötülük yapmak isteyenlere de engel olurdu. Fena ruhlar bundan dolayı kendisine
isyan hazırlamışlardı. Aynı zamanda, zamanın bölücüsü olduğundan, hem de zeki
olduğundan, her ay sonu diğer tanrılar ondan öğüt alırlardı. Karısının adı NİNGAL
olup, Şamaş ve İştar’dan başka, ateş tanrısı NUSKU diğer oğluydu.
İŞTAR; Sabah
ve akşam tanrıçasıdır. Merih yıldızının temsilidir. Asur ve Babilliler tanrıça
olarak kabul ettikleri hâlde, Arablar Tanrı Attar olarak kabul ederlerdi. Savaş
ve Aşk tanrıçası olarak bilinir. İştar, yedi aslan tarafından çekilen bir
arabada elinde yay’la temsil edilirdi. Huyu sert ve otoriter olduğundan
isteğine karşı gelinmesine tahammülü yoktur. Kutsal fahişelik İştar’ın kültüne âit
olduğundan, yere indiğinde etrafını kutsal fahişeler çevirirdi. Kendisi de
tanrıların fahişesiydi ve uyandırdığı arzuları ilk defa kendisi hissederdi. Çok
âşığı vardır. kendisine her cins yaratıktan sevgili seçer ve hepsine de felaket
getirirdi. Sevdiği hayvanlar zayıflayıp insanların esaretine düşer, erkekler
ise kıskançlık ve ihtirasla vahşi hayvanlara dönerdi. İştar’ın aşkı tanrılara
bile uğursuzluk getirirdi. Gençliğinde sevdiği Tarım tanrısı Temmuz’un ölümüne
sebeb olmuş ve çok ağlamıştır. Onu geri getirmek için cehenneme iner ve
kapıları açtırıp yedi bölümü her seferinde bir örtüsünü bırakarak geçer.
Nihayet Ereşkigal’in yanına varıp üstüne saldırırsa da, o yardımcısı Namtaru’yu
çağırarak İştar’ı saraya kapattırır ve üstüne 60 hastalığı saldırtır. İştar’ın
kaybolması dünyada büyük üzüntülere sebeb olur. Yaşayanlar kısırlaştığından,
hiçbiri artık çoğalmaz. Şamaş ve Sin’in şikâyeti üzerine Ea, İştar’ı kurtarmak
için Aşuşunamir’i yaratır. Ereşkigal bu acayib mahlukun sihrine dayanamaz.
İştar, Namtaru ile birlikte cehennemden elbiselerini alarak çıkar, dönüşü
kolaylaştırmak için bayram elbiselerini giymiş Temmuz da flüt çalarak gelir.
Daima hain olmayan İştar sayesinde,
birçok kral tahta çıkmıştır. Akad kralı Sargon ve Asurbanipal’i korumuştur.
Aşkın kudreti ile dünyanın hâkimesi olan İştar, Asur ve Babil’in en gözde
tanrıçasıydı. Sonradan Astarte adıyla Fenike’de, Afrodit adıyla da
Yunanistan’da saygı görmüştür.
ADAPA; Mezopotamya mitolojisinde,
yaratılmış ilk insan. Adapa, antik bir Sümer kralıdır. Sümer’in krallar
listesinde, kavmin ilk lideri olarak adı geçer. Farklı biçimlerinde Oanes ve
Alulim olarak da anıldığı olmuştur. Akadca’da ismi “adam”, “erkek insan”
anlamına gelir, Âdem ile ilişkilendirilebilir.
Antik Eidug (Eridu) şehrinin
kralıydı. Enki (Ea) tarafından yaratıldığına inanılırdı, bir bakıma Enki’nin oğlu
olarak düşünülmüştür. Yarı fâniydi ama ölümsüzlerin kuvvetine sahibti. Kâinatın
tüm bilgisinin üçte birine sahib olduğuna, bu bilginin ona Enki tarafından
öğretildiğine inanılırdı. İnsanlığa dili öğretenin de Adapa olduğuna inanılır.
Mite göre Adapa, ilahî soydan
gelen bir fânidir. Balıkçı teknesini devirdiği gerekçesiyle Güney Rüzgârı’nın kanatlarını
kırınca, Anum’un (Cennetin ve tanrıların tanrısı; An’ın diğer ismi) önünde hesaba
çekilmesi gerekir. Enki (Ea) -onun hami tanrısı-, cennetteyken yiyip içmemesi
gerektiği konusunda onu uyarır. Bu aslında bir aldatmadır, böylece Adapa’nın
ölümsüz olma şansını elinden almıştır. Ea, oğluna bilgelik vermiş, ama ölümsüz hayatı
vermemiştir. Evet, Adapa’nın önüne böylece ölümsüzlüğü elde etme şansı çıkar,
ancak Adapa reddeder. Tanrı Anum’un huzuruna çağrılır. Ea, orada ölüm için
yiyecek ve içecek verileceğini, onlardan tatmamasını haber vermiştir zaten
önceden. Hüküm verileceği gün, öteki tanrılar Adapa’yı tutarlar ve yumuşayan
Anum, ölümsüzlük yiyecek ve içeceğini getirtir. Adapa bunları da almak istemez.
Anum, şaşırıp sebebini sorar. Adapa şöyle cevablar: "Bir başkası
yemeyeceksin, içmeyeceksin, dedi". Anum, buna bakıp Adapa’nın yeryüzüne
atılmasını emreder.
AB-ZU; Yeraltı tanrısı. Apsu (veya
Absu) da denir. İlk insanlar, hayatın helezonik gelişimini mevsimlerde
izlemişler, doğum-ölüm devrini yeraltı sularına bağlamışlardır. Yeraltı suları,
ilkbaharda bütün tabiata canlılık verirler, yazın göklere doğru yükselirler,
sonbaharda yağmurlarla yeniden insanın yaşadığı toprağa düşerler, kışın da
toprağın altındaki yerlerine dönerler. Bu devir her yıl böylece tekrarlanır. Su,
mevsimi gelince, her yıl tabiatı yeniden canlandırır. Bu yüzden Ab-zu,
canlandırıcı bir tanrıdır.
AN; Gök-tanrı. ANUM da denir.
Savaş tanrısı İştar’ın kocasıdır. Yunanlıların Zeus’uyla eşdeğerlidir, tanrılar
tanrısıdır. Sümer inançlarında Enlil (toprak) ve Enki (okyanus; Ea diye de
anılır) birlikte büyük tanrılar üçlüsünü kurarlar.
ANŞAR; Gökyüzü tanrısı. Yeryüzü
tanrısı tanrısı Kişar’la birlikte dişi yılan Lakamu’yla erkek yılan Lakmu’nun
çocuklarıdır.
ARALLU; Cehennem ülkesi. Sümer
inançlarına göre, cehennem ülkesini yöneten, önce tanrıça Ereşkigal’miş, sonra
çok güçlü bir tanrı olan Nergal onunla evlenerek cehennem ülkesinin kralı
olmuş.
ARURU; Sümer tanrıçası. Sümerlerin
ünlü Gılgamış destanında adı geçen, A-Ru-Ru biçiminde de yazılıyor. Uruk
kentinin genç kızları, nişanlılarını sabahtan akşama kadar çalıştıran kral
Gılgamış’ı ona şikâyet ederler. O da Gılgamış’ı başka konularda oyalasın diye
Enkidu’yu yaratır.
BOĞA; Bolluk ve güçlülük sembolü.
Hayvana tapınmanın en önemli figürlerinden biri olan “boğa”ya Sümer
inançlarında da rastlanmakla birlikte, boğanın kutsallığı inancının hemen bütün
mitolojilerde yer aldığı görülür. Bütün mitolojilerde boğa, dölleme ve kuvvet
olarak erkek gücünü sembolize eder. Sümerlerde boğa, erkek insan başlı olarak
tasarımlanmıştır. Boğaya tapınma, hemen bütün Sami mitolojilerinde süregelerek
Antikçağ Yunan ve Roma inançlarına kadar gelmiştir. Boğa, eski Yunan’da Zeus’un,
Roma’da Jüpiter’in sembolüdür.
EA; Su-tanrı. Enki adıyla da
anılır. Sümer-Akad inançlarında kâinatın ana unsuru, “su”dur. Daha açık bir
deyişle Sümerler, kâinatı gök (An), toprak (Enlil) ve su (Enki) olmak üzere üçe
ayırmakla beraber bunların temel ve tümünün yaratıcı unsuru olarak “su”ya
tapmışlardır.
ENKİDU; Gılgamış’ın arkadaşı.
Engidu biçiminde de yazılmaktadır. Kimi araştırmacılar onun bir insan
olmadığını, belki de bir arslan olduğunu ileri sürmektedirler. Vücudu kıllarla
kaplı, çok bilge bir varlıkmış. Bir başka anlatıma göre de, kralı olduğu kenti
kalkındırmak isteyen Gılgamış, ülkesinin bütün erkeklerini işe koşarmış.
Kadınlar kocalarını, genç kızlar nişanlılarını göremez olmuşlar. Bu yüzden
kralı, tanrı Aruru’ya şikâyet etmişler. Kadınları haklı bulan tanrı da krala
bir arkadaş yaratarak onu başka serüvenlere yöneltmek istemiş ve tanrı Anum’a
benzeyen toprak vücutlu, çok iri ve vahşi Enkidu’yu yaratmış. Bu yaratık,
Gılgamış’ın hayatında büyük çapta tesirli olanlardan biridir ve sonunda da onun
uğrunda ölür.
EREŞKİGAL; Yeraltı ülkesi
tanrıçası. Yeraltı ülkesi tanrısı Nergal’in karısıdır. Sümer inançlarına göre,
cehennemi (Arallu) ilkin tek başına Ereşkigal yönetirmiş, tanrıların bir
şölenine çağrılınca cehennemden ayrılmadığı için kendi yerine bir temsilci
göndermiş, bütün tanrılar bu temsilciyi ayağa kalkıp selâmlamışlar, sadece
tanrı Nergal yerinden kıpırdamamış, bunu duyan ve çok kızan Ereşkigal, tanrı
Nergal’i yakalatıp cehenneme getirmiş, ama Nergal, cehennemin için altüst
ederek Ereşkigal’i tahtından indirmiş, cehennemin kralı olmuş ve Ereşkigal’le
evlenmiş.
KİNGU; Devler ve canavarlar
ordusunun komutanı. Torunlarına kızan Tiamat, devlerden ve canavarlardan bir
ordu kurarak tanrılara saldırır, bu ordunun başına getirdiği korkunç dev
Kingu’ya kaderin iplerini verir. Tanrılar da kendilerini savunmak için tanrı
Marduk’u başkomutan yaparlar. Marduk devleri yakalayıp cehenneme gönderir,
kaderin iplerini de Kingu’dan alarak kendi boynuna takar. Marduk’un büyük ve âlemşümûl
hükümranlığı böylece başlar.
KİŞAR; Yeryüzü tanrısı. Ünlü Sümer
tanrıları Anum, Enlil ve Ea, onun gökyüzü-tanrısı Anşar’la birleşmesinden
doğmuş yahud oluşmuştur. Kişar dişi, Anşar erkektir.
LAKMU; Erkek-yılan. Dişi-yılan
Lakamu’yle birlikte dünyaya gelmiş. Sümerlerin yaratılış tasarımlarını anlatan Enuma Eliş (Gökyüzünde) adlı esere göre
(bu eserin İ.Ö. VII. yüzyılda yazıldığı sanılıyor), bu iki yılan Apsu’yla
Tiamat’ın birleşmesinden olmuşlar. Bu iki yılanın birleşmesinden de Anşar ile
Kişar dünyaya gelmiş. Yeryüzüyle gökyüzü böylece oluşmuş.
MOUMMOU; Sonsuzluk tanrısı. Kimi
metinlerde Apsu’yla Tiamat’ın oğlu, kimi metinlerde de Apsu’nun veziri olarak
gösterilmektedir. Mummu biçiminde de yazılıyor.
NANA; Ana-tanrıça Kybele’nin
adlarından biri. Nina ve İnnina da denir. Akad’lar kendi dillerinde onu aynı
anlamda İştar kelimesiyle çevirmişlerdir. Ana ve Anna kelimeleri de bu kökten
türeme. Mezopotamya mitolojisinde Nane adıyla tanrı Enzu’nun ve kimi yerde de
tanrı An’ın kızı olarak gösterilir, aşk ve savaş tanrıçası sayılır. İ.Ö. VI.
yüzyılda Babil’de Annumitu adıyla anılmıştır.
NİNGİRSU; Savaş tanrısı.
Urningirsu da denir. Tanrı Enlil’in oğludur. Anum’un kızı olan tanrıça Bo’yla
evlidir. Tanrıça Bo, tanrıça İştar’dan önce Lagaş bölgesinin toprak-ana’sıydı.
Savaş tanrısının yirmi dört çeşit silahı varmış ki bunlardan herbiri bir devi sembolize
edermiş. Ningirsu’nun annesi de Ninlil adını taşır ki Enlil’in karısıdır.
NİNHUR SAG; Kış bölgesi tanrıçası.
İ.Ö. III. binyılda tapılmıştır. Ninlil ile kardeş çocuklarıdır.
AKREP İNSANLAR; Akrep insanlar
ülkesi. Tufan hâdisesinin ilk biçimi, Sümerler’in Gılgamış hikâyesinde
anlatılır. Tufandan kurtularak ölümsüzlüğe kavuşan Utnapiştim’in oturduğu yer,
Akrep ülkesini aştıktan sonra varılan yerdir. Gılgamış, ölümsüzlüğe ulaşmanın
çaresini öğrenmek üzere büyük dedesi Utnapiştim’e gitmek için bu ülkeden geçer.
BABİLLİLER VE
ASURLULAR
Babil, Mezopotamya’da, adını
aldığı Babil kenti etrafında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan eski
bir imparatorluktur. Halkının büyük bir kısmı Sami kavminden olan Babil’in
merkezi bugünkü Irak’ın El Hilla kasabası üzerinde yer almaktadır. Kuzey Babil
Devleti ise, Şırnak ilinin İdil ilçesi güneyinde Babil köyünde kurulmuştur.
Babillilerin baş tanrısı, Marduk adlı tanrı idi. Babil efsânelerinde Marduk
ejderha Tiamat ile dövüşüp onu yener. Yeri, göğü ve insanoğlunu yarattığına
inanılan Marduk’un yeryüzündeki temsilcisi kraldı. Marduk dışında toprak, su,
gökyüzü, güneş ve ay tanrıları gibi tanrılara tapılırdı. Asurlular da büyük
ölçüde Sümerler’in ve Babilliler’in dinleriyle tanrılarını paylaşıyorlardı. Ancak,
en büyük tanrıları, adını imparatorluğun başkentine verdikleri Asur’du. Hem
Babilliler hem de Asurlular’ın baş tanrıçası ise, Eski Yunanlılar’ın aşk
tanrıçası Afrodit’e çok benzeyen İştar’dı.
Asurlular, Aslen Kuzey Irak’ta,
Dicle kıyısında bulunan Aşur/Asur (Qalat Şarqat) şehri ve çevresinde yaşayan
bir Sami toplulukken, özellikle M.Ö. 2000 sonrası doğu-batı arası global
ticaretten faydalanarak gelişmiş ve topraklarını genişleterek ülkelerini bir
imparatorluğa dönüştürmüş bir eskiçağ halkıdır. Başkentleri Ninova’dır. Mutlak
monarşi ile yönetilmişlerdir.
İlkçağda, Ortadoğu’nun en büyük
imparatorluklarından birinin merkezi olmuştur. M.Ö. ikinci binyılın başından
itibaren özellikle Anadolu’da koloniler kurmuş, Anadolu’ya yazıyı
taşımışlardır. Asur ülkesi, önceleri Babil’e, M.Ö. 2. binyılın büyük bölümü
boyunca Mitannilere bağımlı kalsalar da, M.Ö. 14. yüzyılda bağımsızlıklarını
kazanmış ve Fırat’a kadar topraklarını genişleterek buralara yerleşmişlerdir.
Daha sonra Mezopotamya’da, Anadolu’nun güneydoğusunda, zaman zaman da
Suriye’nin kuzeyinde büyük güç kazanmışlardır
Sümer yazısı, bilinen en eski
yazıdır. Sümerler, kil tabletleri, üstüne yazı yazdıktan sonra pişirirlerdi.
Arkeolojik kazılar sırasında, bazıları 5000 yıllık olan binlerce tablet
bulunmuştur. İlk yazı karakterlerini resimler oluşturuyordu. Bu resimler yavaş
yavaş, Babilliler’in ve Asurlular’ın kullandıkları çiviyazısına dönüştü. Bu
yazı biçiminde, kavramları belirtmek için köşeli semboller kullanılırdı.
Bulunan tabletlerin üzerindeki yazılar din, matematik, kanunlar, bilim ve başka
konularla ilgilidir.
ASUR-BABİL TANRILARI
Asur ve Babil halkı,
geliştirdikleri Sümer mitolojisine kendi tanrılarını da katmışlardır. Marduk,
hasat bereketini sağlar; Babil’de tanrıların kralıdır. Asur, bereket ve savaş
tanrısıyken, Asurluların kanatlı disk biçimindeki baş tanrısı olmuştur. Nergal,
savaş tanrısı; Ereşkigal, Cehennem tanrıçası ve Nergal’in eşidir. Şamaş, güneş,
adalet ve kehanet; Sin, ay tanrısıdır. Uzun sakallı olarak tasvir edilen bu
tanrılardan başka Mezopotamya’da, kutsal karma yaratıklar da vardır. Bunlar
koruyucu olarak Lamassu adını alır; kent, tapınak ve saray kapılarına, kutsal
geçit yollarına dizilirler. Çoğu kez insan başlı, boynuzlu taçlı, kartal
kanatlı, bazen de boğa gövdelidirler. Kötülük cinleri Utukkular hastalık ve
felaket getirirler. Tufan hâdisesinden başka, güçlü insanın tabiatla savaşını
ve ölümsüzlüğe ulaşmadaki kesin mağlubiyetini sembolize eden Etana Destanı ve
Gılgamış Destanı’nın kahramanları, Mezopotamya mitolojisine cihanşümûl bir buud
katar. Öne çıkan birkaç tanrıya bakalım şimdi de.
MARDUK; Akadça’daki Sümerce
yazılışı AMAR.UTU, Tevrat’ta Merodach... Antik Mezopotamya’daki geç dönem
tanrılarından birinin adı ve Babil şehrinin baş tanrısıdır; Hammurabi zamanında
Babil, Fırat vadisinin politik merkezi olduğunda, Babil panteonunun başı olarak
Marduk’a tapınılmaya başlanmıştır. Babil yaratılış destanı olan Enûma Eliş’te
tanrıların en büyüğü ilân edilmiştir.
Bu açıdan bakınca Babil’de bile
bir dönem tek tanrıcılık esastır ki, bu bile tahrifatın günümüze kadar döne
döne nasıl geliştiğini göstermesi bakımından ibret vericidir. M.Ö. 4. binyıla
kadar inen bu inanç sistemine göre, insanı balçıktan yaratan odur. Tarım
tanrısı olmasından ötürü de marru’yla (bel küreği) sembolize edilmiştir.
Krallıkların ve uyruklarının kaderi onun elindedir. Babil Kralı Hammurabi, meşhur
kanunlarını kendisine dikte ettirenin Marduk olduğunu söyler; Marduk burada adalet
tanrısı Şamaş kişiliğindedir.
ŞAMAŞ; Güneş
tanrısıdır. M.Ö. 2. binde Babil kralı Hammurabi’ye meşhur kanunlarını
yazdırmıştır. Bu kanunlar 282 maddeliktir. Bu efsânelerde Marduk’la
karıştırılan bu tanrı, doğu dağlarında oturur, orayı koruyan akrep adamlar her
sabah ağır kapıları açarak Şamaş’ı dışarı çıkartırlar. Gökyüzünden geçen güneş
arabasını batı dağına yaklaştırıp oradaki bir kapıdan içeri girer ve toprağın
derinliklerinde kaybolur.
Cesaret ve kuvvet, kışı ve geceyi
kaçıran bu tanrının nitelikleriydi. Aydınlığa hükmetmesi onu bilhassa adalet
tanrısı yapmıştır. Babil’deki tapınağı Dünya Hâkiminin Evi adını taşırdı. Aynı
zamanda kehanet tanrısı olduğundan, “Baru: Kahin” vasıtasıyla istikbâli haber
verirdi. Aya adında bir karısı ve mücerred tanrı olarak “Kettu: Adalet” ve “Meşaru:
Hak” adlı çocukları vardı.
Tasvirlerde Şamaş, tahtında oturan
ve omuzlarından güneş ışıkları çıkan bir erkek olarak gösterilir. Tacında dört
çift boynuz bulunur, sağ eliyle de hâkimiyet ve adalet alametleri olan asa ve
halkayı tutar. Şamaş’a bilhassa Sippur şehrinde tapılmıştır.
Babil’deki en önemli Marduk
tapınakları, Esagila ve tepesinde bir Marduk tapınağı bulunan Etemenanki adlı
ziggurattı. Esagila’da her yeni yıl şenliğinde Enuma Eliş şiiri okunurdu.
Marduk’un karısı olarak en sık anılan tanrıça Zarpanit veya Zarbanit’ti (Zarpan
Kentinin Kadını). Marduk’un yıldızı Jüpiter, kutsal hayvanları ise at, köpek ve
özellikle çatal dilli canavardı.
Marduk, en eski âbidelerde, elinde
üçgen bir kürek çapayla tasvir edilir; bunun bereketi ve birlikteliği sembolize
ettiği düşünülür. Yürürken yahud savaş arabasına binmiş durumda da tasvir
edilen Marduk’un giysisi yıldızlarla süslüdür. Elinde bir asa vardır; ayrıca
yay, mızrak, ağ veya yıldırım taşır. Asur ve Pers kralları da kitâbelerde
Marduk ve Zarpanit’i saygıyla anmışlar, ikisinin birçok tapınağını yeniden
yaptırmışlardır. Marduk’la ilgili olarak aşağıda başka bir yönden anlatılanlar
ise hakikaten ilginç. Bu kez Nimrod (Nemrut) da var işin içinde:
- «Marduk
özel bir ad olmayıp, Nimrod`la aynı anlama gelen bir sıfattır. Hem Nimrod, hem
de Nimrod`un tanrılaştırılmış şekli olan Marduk, muhtevâsında isyan etme
anlamını taşıyan birer sıfattırlar. Nimrod, zamanının ilk isyancısı olma
özelliğiyle Şeytan`ı sembolize eder. Nimrod ve Marduk kelimelerinin Maradh kelimesinden
türemiş kelimeler olduğu düşünülür. Bu kelimelerin muhtevâsında isyan etme ve
muhalif olma anlamı Şeytan kelimesinde de bulunduğundan, Marduk ilk başta
Şeytan`ı sembolize etmektedir. Bu sebeble satanizmde Marduk özel bir yere sahibtir.
Tanrılar
zamanla nitelikleri bakımından az çok değişiklikler gösterdiğinden, bu tanrılar
farklı adlarla devam ettiğinde bunların farklı tanrılar olduğu zannedilebilir.
Marduk kendisini Baal ve Tammuz adlarıyla devam ettirmiştir. Baal ile Tammuz
arasındaki önemli bir fark, Baal`ın sembolünün Hilal, Tammuz`un sembolünün ise
Güneş olmasıdır. Baal, uğruna küçük çocukların kurban edildiği bir tanrıdır.
Fırtına ve yağmur tanrısı olan Baal verimlilik tanrısı olarak görülerek,
ortadoğu bölgesinde yaygın bir biçimde tapınılan bir tanrı olmuştur. Aslında
Babil`de tapınılan üçlü tanrılardan Sin, İştar ve Şamaş tek bir tanrıda,
Marduk`ta birleşerek üçlük inancını oluştururlar. Buna göre Marduk bütün ışık
veren gök cisimleriyle sembolize edilmiş olur. Marduk adının Babil kentini
kuran Nimrod`dan geldiği düşünülür. Merodak-Baladan adı Babil`in bir kralının
adı olup, bundan görüldüğü gibi Baal adı aynı zamanda Merodak`da adlandırılan
Marduk`tur. Bu şekilde Baal ilk olarak Babil`in baş tanrısı olan Marduk olarak
ortaya çıkmıştır. Babil kralları aynı zamanda kendileri de bir tanrı olarak
görülürler ve tanrılarının adlarını taşırlardı. Anlatımlara göre Nimrod insanların
dağılmayıp kendi yönetimi altında bir arada bulunmalarını istemiştir. Bu amaçla
Babil Kulesi`ni inşâ etmeye yeltenerek bir isyanı başlatır. Nimrod hayvanları
avlayan ve insanları benzer şekilde öldüren savaşçı bir kişiliğe sahibtir.
İsyancı olma özelliğiyle Marduk ve Nimrod kelimelerinin muhtevâsında isyan etme
anlamları bulunur.»
AŞUR; Babil’in kudreti Ninova’nın
önünde silinince, Asurluların baş tanrısı Aşur, Antik Sümer ve Babil tanrıları
ile karışarak en kudretli baş tanrı oldu. Adı iyiliksever anlamına gelmekle
beraber, ordunun başında giderek orduları zafere ulaştıran bir savaş tanrısı
olarak da bilinirdi. Marduk ve Ninurta’nın yerini alan Aşur, bazen kanatlı bir
disk şeklinde, bazen bir boğanın üstünde, ayakta veya havada uçarken temsil
edilirdi. Bereket tanrısı da olduğundan, dallarla çevrili ve yanında bir
keçiyle de gösterilmiştir. Karısı büyük tanrıça İştar’dır.
BABİL`İN ASMA
BAHÇELERİ
Babil`in Asma Bahçeleri, Dünyanın
Yedi Harikası`ndan biriydi, Tâ ki yeryüzünün en yağmacı ve barbar topluluğu
ABD’nin Irak’ı yağmalama ve Iraklıyı kırma operasyonuna kadar. Ne zaman ki Irak
bombalanmaya başlandı; tarih ve sanat adına, kültürel miras ve haysiyet adına
her şey darmadağın edilip onbinlerce yıllık tarihi eserler, taş üstünde taş
kalmayacak şekilde imha ettiler.
Babil’in Asma Bahçeleri, M.Ö. 7.
yüzyılda Babil kralı Nebukadnezar tarafından yaptırılmıştır. Babil`in çorak
Mezopotamya çölünün ortasında, ağaçlar, akan sular ve egzotik bitkilerin
bulunduğu çok katlı bir bahçedir burası. Coğrafyacı Strabo`nun 1. yüzyıldaki tasvirine
göre: "Bahçeler birbiri üzerinde yükselen kübik direklerden oluşuyordu.
Bunların içleri çukurdu ve büyük bitkilerin ve ağaçların yetişebilmesi için
toprakla doldurulmuştu. Kubbeler, sütunlar ve taraçalar pişmiş tuğla ve asfalttan
yapılmıştı. Yüksekteki bahçeleri sulamak için Fırat Nehri`nden zincir
pompalarla yukarılara su çıkarılıyordu. Bu şekilde üst seviyelere taşınan su,
bahçeleri sulayarak teraslardan aşağıya doğru akıyordu". Ve yine bir
rivayete göre Nebukadnezar, bu yapıyı sıla hasreti çeken karısı Semiramis için
yaptırmıştır. Medes kralının kızı olan Semiramis’i Mezopotamya’nın düz ve sıcak
ortamı bunalıma itmiş, kral da karısının hasretini sona erdirmek için sun’i
dağların olduğu, suların aktığı yemyeşil bir bahçe yaptırmıştır. Bu yüzden
bazen Semiramis`in asma bahçeleri olarak da anılır.
MEZOPOTAMYA
MİTOLOJİSİ VE ZERDÜŞTLÜK
Zerdüştçülük, Zerdüştîlik, Mecusîlik
yahud mahallî dilde Mazdayasna, dünyanın en eski tektanrıcı dinlerinden
biridir. Yaklaşık 3,500 yıl önce Zerdüşt tarafından İran’da kurulmuştur. M.Ö.
600 ve M.S. 650 yılları arası Pers İmparatorluğu’nun resmî dinî olmuştur.
İranlıların müslümanlıktan önceki dini olarak bilinir. Ancak bölge toplumlarından
Ermenilerin büyük bir kısmı, Hıristiyan olmazdan evvel bu dinden idiler. Avedis Aharonian’a göre, Primitif Arkaik Ermeniler ateşe
tapıyorlardı. "Ateş, iyilik ve kötülük” prensibine dayanan bu din, antik
İran Zerdüştlük dininin bir koludur. Ermeni mitolojisinde mevcut olması,
İran’dan geçmesi şeklinde değil de, Ermenilerin etnik niteliklerinde
varolmasındandır. Ermenilerin Hind-Avrupa menşeli bir toplum olmadıklarını
bizzat Ermeni tarihçileri, bilhassa sanat tarihçileri izâh etmişlerdir.
Ayrıca Kürtlerden de hatırı
sayılır bir kesim Zerdüştlüğün tesiri altında idiler. Bunda işgale uğradıkları
kavimlerin tesiri, Pers imparatorluğunun Zerdüştî olmasının büyük bir rolü
vardır. Kürtler, Müslüman olmadan önce kendilerine İslâm teklifi götürüldüğünde,
İbrahimî dinlere ve tek tanrıcılık şeklinde tezahür etmiş sade bir inanca sahib
olduklarından, İslâm’ı kolayca kabul etmişlerdir. Nihayetinde Mezopotamya,
Peygamberler diyarıdır. Hazreti Nuh’tan Hazreti İbrahim’e (aleyhisselâm), Hazreti
Eyyûb’tan Hazreti Şit’e (aleyhisselâm) sayısız peygamber ve velî bu toprakları
bereketlendirmiş, bölge toplumlarının ruh ve fikir dünyasına zengin bir
medeniyet ve kültür mirası bırakmışlardır. Fakat uzun bir süre Pers
imparatorluğunun yönetiminde kalması ve Perslilerin dininin Zerdüştîlik olması
hasebiyle, Kürtlerin belli bir kesiminde bu dine ciddi bir mensubiyet sözkonusudur.
Tâ ki İslâm’ın gelişine kadar. İslâm’la birlikte bu sapık inançlar on yıllara
varan bir zaman diliminde kaybolup gitmiş ve mensubu olan bir din olarak
etkisini kaybetmiş, silinip gitmiştir.
ZERDÜŞT KİMDİR?
Zerdüştî kaynaklara göre Zerdüşt, beş oğullu bir
ailenin ortanca oğludur, üç kere evlenmiştir ve eşlerinden üçü de kendisinden
çok yaşamışlardır. Zerdüşt’ün anası on
beş yaşında bir bakire iken, bir ışık huzmesinin ziyaretine uğrayarak hâmile
kalmıştır. Babasının ismi Puruşaspa, anasının ismi ise Dughahova’dır.
Rivayetlere göre Zerdüşt, 30 yaşında “peygamber” olmuştur ve yanına ümmetinden
bir kısmını alarak Belh`e gitmiştir. Yolda karşılarına çıkan Gaitya nehrini
Zerdüşt’ün gösterdiği mucize ile yürüyerek geçmişlerdir. Daha sonra Avaital
gölü civarında 45 günlük bir ibadetten
sonra bir gece göğe çıkmıştır. İşte bu nehrin kıyısındadır ki,
melek-elçi Vohumenah Zerdüşt’ün yanına gelerek ona dünyadan el çekmesini
öğütlemiştir. Zerdüşt, Vohumenah’tan sonra diğer bütün meleklerle de görüştükten
sonra Ahura Mazda’nın huzuruna çıkmıştır. Ahura Mazda ile yaptığı görüşmeden
sonra elinde Avesta ile dönen Zerdüşt`e, başka dinden olanlar eziyet etmek
istemişlerse de, Avesta’yı okuduğunda
şeytanlar bile ondan aman dilemişlerdir.
Zerdüşt yıllarca Âriler içerisinde gezdikten sonra
nihayet tekrar Belh`e dönmüştür. Bu sırada Belh`de Güştasb Şah hüküm sürmektedir.
Şah, Zerdüşt tarafından dine davet edilir. Güştasb, bu teklifi, kendi
ruhanileri ile Zerdüşt`ü birlikte imtihan ettikten sonra Zerdüşt`ün kazanması
hâlinde kabul edeceğini bildirir. Zerdüşt bütün bilginleri yener. Ancak bu defa
diğer bilginler Zerdüşt`ün sihirbaz
olduğunu ileri sürerek onu zindana attırırlar. Bu sırada Şah’ın atı
hastalanır ve memleketin bütün baytarlarının gayretlerine rağmen iyileşmez.
Zerdüşt ileri süreceği bazı şartların kabulü hâlinde hayvanı iyileştireceğini
Şah`a bildirir. Şartlar, Şah’ın oğlunun ve karısının Zerdüşt`ün getirdiği dini
kabul etmesi ve Zerdüşt`e hile yapıp onu sihirbaz gibi gösteren ruhanilerin
öldürülmesidir. Bu sırada Şah`ın babası ile kardeşi de şiddetli bir hastalığa
yakalanmışlardır. Zerdüşt, Avesta’dan bir dua okuyarak bunları iyi eder.
Güştasb (Vistaspa) sözünü tutarak yeni dini kabul eder ve bu yeni din, böylece
fütuhat sayesinde süratle yayılır.
Zerdüştçülük, tek tanrı olan Ahura
Mazda inanışını öğretir. Zerdüştçülüğün en önemli özelliği, en eski tek tanrılı
din olarak kabul edilmesidir. Fakat daha sonraları dualist bir din olmuş,
dualizmin en tanınmış örneklerinden birini oluşturmuştur. Bu dinde inananların
bedeninin öldükten sonra dirilip Ahura Mazda’nın huzuruna çıkacağına ve orada
sorgulanacaklarına inanılır.
AHURA MAZDA; Zerdüşt’ün
Avesta’daki her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten en büyük tanrısı. Mazdeist
inanışta ve İrano-Aryanlarda Ahura Mazda tek iyilik tanrısıdır. Diğer Aryan
tanrılarının tamamını bâtıl ve gerçekdışı tanrılar olarak niteleyen Zerdüşt’ün
Avesta’daki tanrısı, iyilik ve güzelliklerin yaratıcısıdır, düşmanı ise tümüyle
kötü güçlerdir. Farsça lûgatlarda bu kelimenin “tanrı” karşılığı dışında
Müşteri (Jüpiter) gezegeni anlamı da yer alır.
EHRİMEN; Eski İran Mitolojisine
göre kötü ruh olan Ehrimen, Zerdüştlük inancına göre kötülük tanrısıdır. Aynı
zamanda Zerdüştlük inancının iki ana prensibinden bir tanesidir. İyi ruh Ahura
Mazda’nın karşıtı olan Ehrimen, her zaman iyilikçi tanrı Ahura Mazda ile
sürekli bir savaş hâlindedir. Zamanla iyiliğin karşısında eriyip kaybolacağına
inanılan Ehrimen, dünyayı karıştırıp kötülüklerin artmasına çaba göstermesine
ve düzenler kurmaya çalışmasına rağmen, neticede her zaman Ahura Mazda’nın
karşısında mağlubiyete uğrar.
Zerdüştçülüğün temelinde, tanrı ve
şeytanın savaşı yatar. Zerdüşt, yeryüzündeki kavganın, tanrının ruhu Spenta
Mainyu ile şeytanın ruhu arasında olduğuna inanırdı ve her inananın da iyilik
için savaşması gerekirdi. An’anevî olarak Zerdüştîler, yeryüzünün insan
kalıntılarıyla bozulmaması gerektiğine inanırlardı. Ölülerini defnetmek yerine,
üstü açık kulelerin kuyularına atıp, cesetleri akbabalara ve tabiî tesirlere
karşı korumasız bir şekilde bırakırlardı.
Zerdüşt inancı, dünyanın altı safhadan
oluştuğuna inanır. Birinci dönemde iyilik ve kötülük ortaya çıkar. İkinci safhada,
dünya karanlığa, felakete ve kötülüklere gömülür. Üçüncü safhada, iyilik ve
kötülük mücadelesinde iyilik kazanır, Zerdüşt toplumlara doğruyu, adaleti
göstererek, karanlığı ve aydınlığı birbirinden ayrıştırır. Dördüncü safhada ise
her tür kötülük ve karanlık kaybolacak, dünyaya barış ve kardeşlik hâkim
olacaktır. Zerdüşt burada dünyayı safhalara ayırırken, ilk dönem insanın
yaradılış dönemini konu alır. İkinci dönemde, tufanla insanoğlunun uğradığı
felaket vurgulanır. Üçüncü dönemde, Zerdüştlük ve sonrasında gelişen medeniyete
vurgu yapılır. Dördüncü safhada ise, insanoğlunun geleceğe dair taşıdığı ümide,
hürriyet düşlerine tedaî yapılarak, gelecek tasavvur edilir.
AVESTA... Zerdüşt, Gatalar denen
dörtlükler yazmıştır. Bu dörtlükler Avesta denen kutsal kitabta toplanmıştır.
Bu yazılar Zerdüşt’ün neye inandığını anlatan tek belgedir. Perslerin Zerdüşt’e
âid olduğuna inandıkları kitab olan Avesta’nın metni, M.S. 4. yüzyılda
belirlenmiştir. Makedonyalı İskender, tamamı 12.000 öküz derisine yazıldığı
söylenen metinleri Persepolis’te yakmıştır. Avesta, bunların akılda kalanlarına
dayanılarak M.S. 3. veya 4. yüzyılda yeniden kaleme alınmıştır.
İki bölüme ayrılır. Birinci bölüm Vendidad,
Visperad ve Yasna’yı ihtivâ eder. Vendidad, çeşitli dinî kanunlar ve efsânevî
hikâyelerden oluşur. Visperad, kurban etme sırasında okunan duaları ihtivâ eder.
Yasna ise, benzer dualar ve Avesta’da kullanılan genel dilden farklı bir
lehçeyle yazılı beş gata ihtivâ eder. Avesta’nın ikinci bölümüne Khorda Avesta
(Küçük Avesta) adı verilir ve tüm inananlar tarafından farklı elementlerin
varolduğu belirli günlerde okunabilen kısa dualar ihtivâ eder. Bu duaların
5’ine Gah, 30’una Sirozah, 3’üne Afrigan ve 6 tanesine de Nyayish denir.
MEZOPOTAMYA
MİTOLOJİSİ VE YEZİDÎLİK
Yezidîlik, Ortadoğu kökenli olup,
dinden daha çok, mitolojik bir inanç sistemidir. Kendilerini tek başına farklı
bir millet olarak ifade eden Yezidî’lerde, Yahudilik gibi aile ağacına dayalı
bir üreyiş sözkonusudur. Şöyle ki; “Yezidî olunmaz, Yezidî doğulur.” Ancak bu
yönde çalışmaları olan birçok ilim adamı bu görüşe katılmaz.
Türk, Kürt ve Arablarla eskiden kalmış
birkaç Hıristiyan köyünün Yezidî kültürünü benimsemesi neticesinde; Suriye,
Türkiye, İran, Gürcistan ve Ermenistan’da cemaatleri bulunan Yezidîler’in
bugünkü toplam sayısının 500.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca,
başta Almanya ve İsveç olmak üzere, Avrupa ülkelerinde de birçok göçmen Yezidî
yaşamaktadır.
Küfre has karakteristik bir davranıştır;
başka çaren yoksa, kabul etmiş görün ve tahrif et!.. Müslümanlığın yayılmaya başladığı
ve insanların kitleler hâlinde akın akın İslâm’a koştuğu zamanlarda, bir kısmı
kendilerine bir zarar erişmesin diye, diğer bir kısmı ise Müslümanlıkla
birlikte zenginleşeceğini ümid ederek, eski dinlerinden vazgeçmeden ama yeni
girdikleri dinden de işlerine geleni alarak bir anlayış geliştirmişlerdir. Bunu
yaparken de İslâm büyüklerini kullanarak kendilerini maskelemekten, onlar
hakkında yalan yanlış iftiralar atmaktan yahud –güya methediyor görüntüsünde- abartılı
ve ahmakları avlayıcı beyanlarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. İslâm’ın
reddettiği tüm bâtıl anlayışlara bakıldığında bu ortak yön rahatlıkla
görülmektedir. Dün de bugün de durum bu merkezdedir.
Bu
karışım Yezidîlikte de görülür ve hem Zerdüştlüğe (iyilik ve kötülüğün
mücadelesi), hem Maniliğe (irfan), hem Yahudiliğe (beslenme ile ilgili
hükümler, haram yiyecekler), hem Hıristiyanlığa (vaftiz, ekmek ve şarap âyini,
evlenmelerde kiliseleri ziyaret, şarap içmek), hem İslâmiyete (sünnet, oruç,
kurban, hac, mezar taşlarında İslâmî kitâbeler), hem bâtınî-Rafizîliğe (inancın
gizliliği, vecd, şeyhe saygı), hem Sabiiliğe (tenasuh ve ruh göçü), hem Samaniliğe
(gömme âdeti, rüya tabiri ve dans), hem de Paganizme (Ay ve Güneşe tapma) âid
bazı unsurları bünyesinde toplayan ve kökeni yeterince açık olmayan bir inanç
sistemi çıkar karşımıza.
Yezidîlik inancında Tanrı,
dünyanın koruyucusu değil, sadece yaratıcısıdır. O, faal değildir ve dünya ile
ilgilenmemektedir. Tanrı iradesinin faal ve yürütücü uzvu, Tanrı’nın ikinci
şahsiyeti olan "Melek Tavus"tur. Melek Tavus, Tanrı ile birdir ve
çözülmez bir şekilde Tanrı’ya bağlıdır. Bu anlamda Yezidîler, tek tanrılı
olarak bile kabul edilebilirler. Ancak Yezidî inancında, Tanrı ile insan
arasında vasıta olarak hizmet gören yarı ilahlar bulunmaktadır. Yezidîlere
göre; Melek Tavus, bir iyilik tanrısıdır. Yezidîler şeytana, tövbe etmesi
sebebiyle Tanrı tarafından bağışlanan gözden düşmüş bir melek olarak bakarlar.
Şeytanın adının, Tanrı olarak söylenmesi yasaktır. Yezidîler, dışarıdan
anlaşıldığı mânâda ne cehenneme, ne cehennem azabına, ne de şeytana inanırlar.
Yezidî inancına göre ruh, ölümden sonra başka gövdelere geçerek varlığını
sürdürmektedir. Güneş, ay ve yıldızlar, ışık saçtıklarından dolayı kutsaldır.
Çünkü Melek Tavus da bir ışık kaynağıdır. Yezidî topluluğu, Âdem ile Havva
soyundan değil, Cebbar bin Şehid adlı başka bir yüce varlıktan türemiştir. Yezidîler
her çağda yeni bir peygamber gönderileceğine, her yerde bulunan Melek Tavus’un
bütün Yezidîleri koruyacağına ve kurtaracağına inanmaktadırlar. Mushaf-i Reş’te, "Tanrımız şeytanın
adını yahud onu hatırlatan kelimeleri zikretmek yanlıştır" diye emredildiğinden;
Yezidîler, Tanrı-melek mertebesine koydukları "Şeytan"ın adını anmadan,
onun için "ismi güzel melek" derler. Ayrıca "kaytan, ser, mel’ûn,
lânet" gibi kelimeleri de kullanmazlar. Yezidîler için ateş, nur yâni ışık
saçan bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Yezidîler, bazı
besin maddelerini yemez, bazı renkleri de tercih ederler. Beyaz, kahverengi,
kırmızı, yeşil ve siyah kutsal sayılmakta, mavi renge ise itibar
edilmemektedir. Beyaz giysi, temizliği sembolize etmektedir. Kadınlar da mutlaka
beyaz iç çamaşırı giymekte; erkekler ise öldüklerinde yüce makama temiz
çıksınlar diye beyaz giysiyle gömülmektedir. Yezidîlerde yenmesi haram temel yiyecek,
maruldur. Buna börülce, salatalık, lahana gibi sebzeler ile balık, geyik ve
horoz eti de eklenebilir.
Kutsal saydıkları iki kitabları
vardır; Mashaf-i Reş (Kitab-el Esved-Kara
Kitab) ve Kitab-el
Cilva (Kitab-i Celve). Her ikisinin de 12. yüzyılda yazıldığı fakat
yazarının belli olmadığı söylenir. Yezidîler tarafından bu eser Adiyy bin
Müsafir’e atfedilse de, ilgisi olmayan bu ithaf, gelecek tepkilerden korunmak için
Büyük Velî’ye atılmış bir iftiradır.
Kitab-elCilva, Yezidîlerin
kurtuluşu için "Tecelli Vahiy Kitabı" olup beş bölümden ibarettir. Bu
bölümlerden ilkinde, Melek Tavus’un vazifesinin insanları ıslah ve onlara
yardımcı olmak olduğu; ikinci bölümde, Melek Tavus’un insanları istediği
şekilde cezalandırıp mükafatlandırdığı, arzın altına ve üstüne hükmettiği ifade
edilmektedir. Üçüncü bölümde, kâinattaki bütün mahlukatın, Melek Tavus’un
hâkimiyeti altında olduğu; dördüncü bölümde, Melek Tavus’un haklarını başka
ilahlara vermeyeceği, Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların onun inançlarından
kendilerine uygun düşenleri alıp diğerlerini bozduğu vurgulanmaktadır. Beşinci
bölümde ise, şahsına ve resmine saygıda bulunulmasını ve inançları ile
eşyasının olduğu gibi korunması emredilmektedir.
Mashaf-i Reş (Kara
Kitab), Yaratılış nazariyelerinin anlatıldığı yeryüzüne âit bir kitab olup, Yezidîlere
dair geçmişteki olaylar ile Yezidîlik adabını ihtivâ eder. Ayrıca, Kara Kitab’ta
renkler ve yiyeceklerle ilgili bazı yasaklar da yer almıştır.
Kısa bir bilgi verelim; Yezidîlerin
kendilerini O’nunla maskeledikleri Adiyy Bin Müsâfir Hazretleri, Hicrî 557
(Miladî 1162) yılında vefat edinceye kadar irşad faaliyetlerini sürdürdü.
Daha sonra, Adiyy Bin Müsâfir
Hazretlerinin irşad ve eğitim okulunda yetişen talebeleri, onun davasını
bıraktığı yerden devam ettirdi. Böylece, kendisine nisbet edilen Adeviyye
Tarikatı ortaya çıktı. Bu tarikatın kolları, Hakkari halkı, meşhur Revadiye
kabilesi ve Musul civarı Kürtleri arasında faaliyetlerini uzun bir süre sürdürdü.
O’nun
talabeleri; Hakkari, Musul ve Şam çevresinde, ilmî, siyasî ve askerî görevlerde
bulundular. Tarikat bakımından misyonunu sürdüren birçok akrabası oldu.
Bunların ilki, yeğeni Ebulberekât Sahr bin Müsafir idi. Ondan sonra halk
nezdinde çok sevilen Ebulberekât`ın oğlu Adî bin Ebu`l-Berekât bu vazifeyi
sürdürdü. Ondan sonra da Tâc’ul-Arifin lakablı Şeyh Hasan bin Ebu`l-Berekât bu
misyonu üstlendi. Şeyhü`l-Ekrâd (Kürtlerin Piri) lakabıyla da bilinen Şeyh
Hasan, babalarının yolunda Ehli Sünnet çizgisinde devam etti. Ancak tâbilerinden
olan fakat eski inanç ve kültürlerine özenen bir grub, onu ve atalarını
yüceltme yoluyla tarikatın içine birçok bid`at ve hurafe soktu.
Başlangıçta tam mânâsıyla Kur`an ve Sünnet çizgisinde bir tarikat olan
Adeviyye, böylece İslam dışı bir tarikat, daha doğrusu bir inanç hâline geldi.
Yukarıda da temas ettik; İslâmı olduğu gibi kabul etmeyip, bir kısmı üzerinden
kabul noktaları oluşturarak terk etmedikleri ve eski dinlerle de
harmanladıkları bir inanç oluşturdular, üstelik bunun için de –benzerlerinde
olduğu gibi- İslâm ve Ehli Sünnet camiasından birini kendilerine maske
edindiler ve bozuk itikadlarını o insan üzerinden sürdürmeye çalıştılar.
Oysa Hakkari bölgesinde Şeyh
Adî`ye nisbet edilen Adeviyye Okulunda yetişen Hakkari halkı ve Revadiye
Kabilesi, Kudüs`ün Haçlılardan kurtulması için oluşturulan ordunun kumandan,
lider ve askerlerinin çoğunluğunu teşkil etmekteydi. Bunların başında Selahaddin
Eyyubî`nin ailesi gelmektedir. Adeviyye okulundan çok etkilenen bu aile,
Azerbaycan`daki Dovin şehri menşeli Revadiye kabilesindendir. Revadiye; büyük
bir Kürt kabilesidir. Selahaddin`in babası Eyyûb, Dovin`de dünyaya geldi. Eyyûb,
babası Şazi ve kardeşi Eseduddin Şirkuh ile birlikte Bağdat`a intikal etti. Oradan
da Tikrit`e geldiler; Şazi burada öldü ve torunu Selahaddin de burada doğdu.
Bilâhare iki kardeş, Eyyub ve Şirkuh, Musul Atabeyi İmaduddin Zengi`nin
hizmetine girdi.
Adiyy Bin Müsâfir Hazretleri’nin
yetiştirdiği nesilden, bu neslin Haçlılara karşı elde ettiği büyük zaferlerden
ve Kudüs`ü Haçlılardan geri almaya muvaffak olmasından yola çıkarak, Adî b.
Müsafir`e Kudüs`ün manevî fatihi demek mümkündür.
DEMİRCİ KAWA EFSÂNESİ
Farsça’da, Kaveh Ahangar... İran
mitolojisinde acımasız yabancı hükümdar Dahhak’a isyan eden mitolojik
kahramanın hikâyesidir ki, Fars şair Firdevsî’nin en önemli eseri olan Şehname’de yer alır. Hikâyenin diğer ana
karakteri olan Dahhak veya Azhi Dahaka, Zerdüştçülüğün kutsal kitabı olan
Avesta’da ve antik dönem Fars mitolojisinde yarı şeytan bir Babil kralı olarak
yer almıştır. Firdevsî, hikâyeyi yeniden yorumlayarak, bu karakteri şeytanî ve
tiran bir Arab kral olarak tasvir etmiştir. Hikâye, Kürt mitolojisinde de yer
alır. Birçok versiyonu vardır. Birisi de şöyle:
Çok ama çok uzun bir zaman önce,
daha yeryüzünde kimsenin olmadığı bir demde, Zervan isimli tanrının iki oğlu
olmuştur. Birinin adı Hürmüz’dür ve bereket ve ışık saçan anlamına gelmektedir.
Diğerininki ise Ehrimen’dir, kötülük ve kıtlık saçan anlamındadır. Ahura
Mazda’nın kutsadığı topraklarda Hürmüz hep iyinin ve medeniyetin temsilcisi,
Ehrimen de onun karşıtı olmuştur.
Hürmüz, dünyada kendisini temsil
etmesi için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğini sevgi ile doldurur. Zerdüşt ise buna
karşılık oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e hediye eder. Ehrimen bu durumu
kıskanır ve yüzyıllar boyunca sürecek olan iyilerle savaşına başlar. Tüm
iyilere ve Zerdüşt’ün soyuna, Medya (Kuzeybatı İran) coğrafyasındaki hayatı çekilmez
bir duruma getirir. Ehrimen, bazen gökten ateşler yağdırır, bazen fırtınalar
koparır ve iyiliğe ve iyilere hep zulmeder. En sonunda da içindeki nefreti ve
kötülük zehrini zalim Kral Dahhak’ın beynine akıtır ve onu bir belâ olarak İran
halkının üzerine salar.
Efsâneye göre Asur kralı Dahhak,
Mezopotamya ve Ortadoğu’nun tek hâkimidir. Kürtlerin ataları olduğu iddia
edilen Medler, İranlıların ataları Persler, Ermenilerin ataları Urartular ve
şimdi soyları tükenen Hurriler, Babilliler ve Elamlılar, Dahhak’ın hükümranlığı
altında yaşamaktadırlar.
Zalimliği ile meşhur olan Asur kralının
omzunda “Şeytan’ın iki omzunun arasını öpmesiyle” iki yılan çıkar. Bu
yılanların Dahhak’a zarar vermemesi için, Şeytan her gün iki Med gencinin
beyninin yılanlara verilmesini tavsiye eder. Bunun üzerine, her gün iki Med gencinin
beyni yılanlara verilmeye başlanır. Ancak hızla gençler azalmakta ve halk bu
duruma tepki göstermeye başlamaktadır. Gençlerin hızla yok olmasını engellemek
için, halk, saraya gönderdikleri fazilet sahibi aşçılar vasıtası ile Dahhak’a “ikinci
beyin” olarak kestikleri hayvanların beynini vererek, zulmü biraz olsun
yumuşatmaya çalışır. Dahhak’tan kurtardıkları “ikinci” gençleri dağlara
gönderip orada saklamaya başlarlar. Firdevsî’ye göre, dağlarda toplanan bu
gençler, daha sonra bugünkü Kürtlerin atalarını oluşturur…
Dahhak’ın omzundaki yılanların
beyin yeme sırası demircilik yapan Kawa’nın oğluna gelir. Demirci Kawa, yiğit,
cesur ve iyi yürekli biridir. Oğlunun ve halkının böyle katledilmesini kabullenemez.
Çevresindeki insanlarla konuşur ve onlara Dahhak’ın zulmünden kurtulmanın tek
yolunun onu öldürmek olduğunu anlatır.
M.Ö. 612 yılında Demirci Kawa,
örgütlediği Med halkıyla birlikte Dahhak’ın sarayını basarak, balyozla
Dehhak’ın kafasını parçalar ve onu öldürür. Dağda yaşayanlara haber vermek için
de sarayın avlusunda büyük bir ateş yakarlar. Bu ateşi gören dağdaki gençler,
evlerine geri döner.
Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji adlı eserinde (s.
366) bu efsâneyi tefsir ederken, bir yerde şöyle söyler:
- «DAHHAK - çok gülen demek
KAHKAHA - öldürücü bir yılan
Toplum ve fert hakikati bir arada
insan beyniyle ve sahibinin
ölümüne
beslenen kahkaha
Batılı bir mütefekkir:
- “eğlence - bir insan ve toplum
hayatı için
ihtiyarlık alâmetidir…”
Tarkovsky - meselesiz ve çilesiz
insan kasdıyla
masum çocuklara ve ihtiyarlara
yakıştırır bu hâli
Firdevsî - efsanedeki bu hâli:
- “şeytanın maksadı böylece
dünyayı insanlardan temizlemekti…”
DAHHAK - şeytana uyunca
dünyayı kötülükler bürüyor
insanların hizmetinde olan
tesirsiz hâle getirilmiş DEVLER
yâni cinler ve ifritler
yâni aldatmalar ve fitneler
tekrar meydan yerinde...
Ülkede - dindar ve faziletli iki
insan
takva ehli ERMAYİL
feraset sahibi KERMAYİL
aşçı diye girer saraya…
KUDAR:
- aşçı
- büyük yılan
yılan HAYAT remzi
sıhhatli hayat aşçıları
TAKVA ve FERASET...
Ermayil ve Kermayil
yılanlar için boğazlanan
delikanlılardan
hiç olmazsa birini kurtarmak
hergün koyun beyni DAHHAK’a
kurtulan delikanlılar zamanla
büyük bir topluluk hâline
Firdevsî’ye göre KÜRD kavmi
bunlardan meydana gelir
şehir hayatı bilmeyen
ve bozkırlarda kurulmuş
çadırlarda yaşayan bir kavim
İRANLILAR’la savaşta - bu yüzden
der ki:
- “kalblerinde Allah korkusu
olmayan!”»
ZALOĞLU RÜSTEM
Rüstem-i Zâl, Pûr-ı Zâl, Zâl-ı
Zer, Rüstem-i Destan gibi lakablarla da anılan Rüstem, Firdevsî’nin Şehnamesi’nde destanlaştırılan, İran
tarihinin belki en meşhur kahramanı ve efsânevî pehlivanıdır. Kürt tarihinin
eşsiz eseri Şerefname’de, Şeref Han
tarafından bir Kürt olarak takdim edilir ki, bu da muhtemeldir. Babasının
isminin Zâl olması hasebiyle kendisine Rüstem-i Zâl veya Zaloğlu Rüstem
denilmiştir. Annesi, Kabil hükümdarının kızı Rûdâbe; dedesi, Sâm; karısının adı
Tehmîne ve kızının adı da Bânûgoşesb’tir. Onun doğumu da, hayatı gibi
olağanüstü, efsânevî ve şaşırtıcıdır. Her şeye çare bulan Sîmorğ’un yardımıyla
dünyaya gelmiş ve hızla büyüyüp gelişerek, kısa süre sonra yiğitlere yaraşır
bir vücud yapısına ve güce kavuşmuştur.
700 batman ağırlığındaki gürzü,
güçlü kemendi, kaplan postundan yapılmış elbisesi ve yıldırım hızındaki atı
Rahş ile İran krallarının sıkıntıya düştükleri ânda yardımlarına koşmuş, onları
ve İran halkını büyük tehlikelerden kurtarmıştır. Kendisi hakkında
anlatılanlardan bazıları:
Rüstem, Hefthân’ı geçtikten sonra
“Dîv-i Sepîd - Beyaz Dev” ile savaştı. Sonra, Bîjen’i Efrâsyâb’ın kuyusundan
kurtardı. Ehrimen yaratılışlı Efrâsyâb’dan Siyâveş’in intikamını aldı.
Eşkebûs’u öldürdü. Bilmeyerek oğlu Sohrâb’ın bağrını parçaladı. Nihâyet ömrünün
sonlarına doğru mağrur şehzade İsfendiyâr, Goştâsb’ın hileleriyle onun elinde
can verdi. Bu maceralardan sonra, artık Rüstem’in boğazından tatlı bir lokma
geçmedi. Sonunda üvey kardeşi Şeğâd’ın hileleriyle bir kuyuya düşürülerek atı
Rahş ile birlikte öldürüldü. Rüstem, İran, Kürt ve Eski Türk edebiyatında
kahramanlık ve yiğitlik sembolüdür. Divan şairlerimiz tarafından çokça kullanılmıştır,
Misâl bâbında Nef’î, Dördüncü Murad Han’ı medhettiği meşhur bir kasidesinde Rüstem’i
şöyle yâd eder:
Şâhâne-meşreb Cem gibi sâhib-kırân
Rüstem gibi
Hem Îsî-i Meryem gibi ehl-i dil ü
ferhunde-dem
Fars edebiyatında birçok efsânenin
temel karakteri olan Sîmurg’un, Rüstem’in hayatında çok önemli bir yeri vardır.
Sîmurg, Rüstem’in babası meşhur İranlı kahraman Zâl’ı yaşadığı dağda bulmuş,
onu beslemiş ve büyütmüştür. Sîmurg Zâl’dan ayrılacağı zaman bir tüyünü
kendisine vererek, ihtiyacı ânında onu ateşe attığında haberin kendisine
ulaşacağını ve yardımına yetişeceğini söylemiş. Rüstem’in doğumu yaklaşıp da
Rûdâbe büyük sıkıntılarla yüzyüze geldiğinde, Sîmurg’un dediğini yapmış ve onun
yardımlarıyla Rûdâbe’nin karnını yararak Rüstem’i dünyaya getirmişler.
Sîmurg, sadece Zâl’a değil, Rüstem’e
de yardımlarda bulunmuş. Rüstem, İsfendiyâr ile savaşında ağır yaralanınca yine
ondan yardım istemiş, o da gelerek Rüstem’i ve atı Rahş’ı iyileştirmiştir.
Bu at, Rüstem’in hayatında özel
bir yere sahibtir. Şehnâme’ye göre,
çok sayıda at sürüsünün içinden uzun araştırmalar sonucunda seçilerek bulunmuş,
Rüstem’in ömrü kadar uzun bir ömrü olmuştur. Yine Şehnâme’de bu at, çok ilginç ve şaşırtıcı nitelikleriyle
anlatılmıştır.
Öte yandan, İranlı meşhur kahraman
Sohrâb da, Rüstem ile Semengân hükümdarının kızı Tehmîne aşkının meyvesi olarak
Semengân’da dünyaya gelmiştir. Efrâsyâb, onun Rüstem’in oğlu olduğunu bilmekte,
ancak babayla oğlun birbirlerini tanımamalarını ve Rüstem’in Sohrâb’ın eliyle
öldürülmesini, sonra da oğlunu öldürmeyi, böylece her ikisinden de kurtulmayı
hedeflemektedir. Savaş sonunda, Rüstem bilmeden oğlunu yaralamış, yaraladığı kişinin
oğlu olduğunu anladığında “nûşdârû” adıyla bilinen ilacı getirmesi için
Gûderz’i Kâvûs’a göndermiş, o bu ilacı vermeyince kızarak kendisi gitmiş, ancak
bu defa da kendisi yoldayken Sohrâb ölmüş, Rüstem oğlunun naaşını alarak
Sîstân’a götürmüştür.
Şehnâme’ye
göre; kahinler, İran’da doğacak bir çocuğun büyüdüğünde Sîstân ve bütün İran’ı
alt üst edeceği, Sâm ailesinin sonunun bu çocuğun elinden olacağı, onun
insanların huzur ve rahatını bozacağı şeklinde yorumlar yapar. Bu çocuk,
Rüstem’in üvey kardeşi Şeğâd’tır. Şeğâd, kardeşi Rüstem’i hileyle aldatıp, bir
kuyuda kurduğu tuzağa düşürerek Rüstem’i atı Rahş ile birlikte öldürür; kendisi
de Rüstem’in son ânda attığı bir ok ile ölür. Çok uzun bir hayat yaşayan
Rûdâbe, oğlu Rüstem’in ölümünden sonra çöllere düşer ve aklını kaybeder.
SON SÖZ
İnsanoğlu, olağanüstüye karşı meftûn,
meraklı veya hayran. Öyle ki bu hayranlığını, kendi hayâl, kültür ve sembol diline
çevirirken, bazen oldukça abartır, bazen de kökten değiştirir. Böylece insanın
zevk, idrâk ve hayâl gücüne seslenerek ona tesir etmek ister. Bu ister bazen tam
bir faciaya, isterse bazen tek bir doğrunun bile bulunmadığı sapıkça bir
senaryoya dönüşsün, içinde zevk ve hüviyeti açısından bir değer görüyorsa
benimser. Üstelik, olan bitenin “gerçekte” ne olduğunun, mânâsının “hakikatte”
ne olduğunun pek bir değeri veya hükmü bile kalmaz. “İlk doğru”, yahud bugün
kimilerinin daha iyi anlayacağı bir kavramlandırmayla ve şayet tâbiri câizse, “ilk
önermenin doğruluğu” esası başa alındığında, sonraki önermelerin bu “doğru”ya
veya “önerme”ye bağlılığı ortadadır. Hattâ sonrakilerin ilkinin zıddı yahud
tahrif edilmiş hâli olması durumunda dahi, bu bize mitolojinin, yine de “mantıkî
doğruluk esasına göre” bir tahrifat yahud zıddı şeklinde tezahür ettiğini
gösterir. Herşeyin hakikati “ilk doğru”da veya “ilk önerme”de! Kısacası, “ilk
doğru”nun yahud “ilk önerme”nin kadrosundan çıkış mümkün değil. Hele bu
“önerme” dediğimiz, hakikatte “Mutlak Fikir” ise!..
Allah’ın isimlerinin aslından ve bütününden
koparılıp tahrif edilerek tek tek “bağımsız tanrılar” olarak tahayyül ve
tasavvur edilmesi; aynı şekilde, Peygamberlere mahsus mucizelerin, “yazılı tarih”
öncesinde bilfiil yaşanmış kahramanlıkların veya fevkalâde hâdiselerin anlatıla
anlatıla zayıflayarak aslından uzaklaştırılması, birtakım hikmetlerin farklı
kültürlerde farklı sûretler yoluyla sembolize edilmesi gibi faktörler, meramımıza
tercüman olacaktır ümidindeyiz. Biz yine de ancak nüfuz edebildiğimiz kadarıyla
“mitoloji” bahsini ele aldığımızı vurgulayalım ve hikmetler dairesi sonsuz
diyerek, “mitoloji”ye nasıl bakılması gerektiğini HAKİKATİYLE ve olanca
GENİŞLİĞİYLE görmek ve öğrenmek isteyenlere İBDA Mimarı’nın Esatir ve Mitoloji adlı şaheserini adres
gösterelim.
KAYNAKLAR
Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İBDA Yayınları,
İstanbul 2010.
Mehmet Korkmaz, Zerdüşt Dini, Alter Yayıncılık, Ankara
2010.
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, 15 Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007.
Henrietta McCall, Mezopotamya Mitleri, Trc:Bircan
Baykara, Phoenix Yayınları, Ankara 2011.
Edith Hamilton, Mitologya,
Trc: Ülkü Tamer, Varlık Yayınları, İstanbul 2003.
Ş. Teoman Duralı, Gılgamış Destanı, 2 Basım, Dergah Yayınları,
İstanbul 2011.
İnternet Ansiklopedisi – Wikipedia.
Joseph Campbell, Doğu Mitolojisi –Tanrının
Maskeleri-, Trc: Kudret Emiroğlu, 3 Basım, İmge Kitabevi, İstanbul 2003.
Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi, Kabalcı Yayınları,
İstanbul 2002.
Muazzez İlmiye Çığ, Uygarlığın Kökeni Sümerler, Kaynak Yayınları,
İstanbul 2007.
Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 3, Mayıs-Temmuz
2012, s. 151-175.
Yorum Gönder
Bize Desteğinizi Yorum Yazarak İletebilirsiniz